GÜNCEL

“ Abdülhamit’in Yıldız Sarayı’nda kadrolu primadonna, bas, tenor vardı”

Arturo Stravolo, 90 yaşında 17 Nisan 1955’de İstanbul’da vefat etti. Feriköy'deki Latin Katolik Mezarlığı'na defnedildi. Uzun yıllar bir daha kimse ondan ve ailesinden bahsetmedi. Zaten onun Yıldız Sarayı'nda 15 yıl Abdülhamit ile geçen hayatı ne Kızıl Sultan ne de Ulu Hakan mitlerine pek uymuyordu.

Primadonna, “operadaki baş kadın oyuncu”ya verilen İtalyanca ad.

Ama başlıktaki olay İtalya’da geçmiyor.

Bahsedilen “Saray” da Avrupa’da değil.

Yer İstanbul. Yıl 1900. Saray; 2.Abdülhamit’in Yıldız Sarayı.

Osmanlı Arşivleri’ndeki belge arşivlere bu başlıkla girmiş:

“Saray primadonnası ve diğerlerinin Ağustos maaşlarını aldıkları”

İtalyanca ve Türkçe yazılmış bordrolarda isimler ve maaşlar yer alıyor.

Peki, kimdi dolgun maaşlı bu kadrolu saray primadonnası ve diğerleri?

Aslında bu hikayenin esas başrolünde diğerleri var.

Yani İtalyan Stravolo ailesi.

Güney İtalyalı Stravololar, 19’uncu yüzyılın sonlarında komediler, operetler sahneleyen gezici bir kumpanya ya da o günlerin tabiriyle bir trup kurmuş, İtalya’da epey meşhur olmuşlardı.

Baba Salvatore Stravolo, anne Maria Seconda, oğulları, kızları ve damatlarıyla şehir, şehir ülke ülke dolaşıp oyunlar sahneliyordu.

Daha çok komediler. İtalyan lirik tiyatrosunun altın zamanlarıydı.

İtalyan oyunlarının popüler olduğu şehirlerden biri de İstanbul’du.

Stravo ailesi, Avrupa turnelerinden birinde 1892 yılında İstanbul’a geldi.

Şimdi yerinde St Antuan Kilisesi olan İstiklal Caddesi’ndeki Concordia Tiyatrosu’nda operetler sahnelediler.

Sonra turne kapsamında Balkanlar’a gittiler.

Dönüşte yoğun talep üzerine bir kere daha İstanbul’a gelip bu kez Tepebaşı’ndaki Pöti Şan’da sahneye çıktılar.

İstanbullulardan en çok alkışı kumpanyada komedi rollerinde oynayan 26 yaşındaki ailenin büyük ve yakışıklı oğlu Arturo Stravolo almıştı.

Bir akşam Sultan Abdülhamit’in adamları Pöti Şan’a geldi.

Arturo Stravolo’ya Saray’da temsil vereceğini bildirdiler. Karar netti, çünkü doğrudan Padişah’ın iradesiydi. Stravolo ve ailesi arabalara doldular, lüzumlu eşyalarını aldılar ve Yıldız Sarayı’na gittiler.

Burada bir araya girip, hikâyenin biraz daha geçmişini anlatmak gerekecek.

Çünkü ilk kez tiyatrodan saraya oyuncu kaçırılmıyordu.

Osmanlı’da ilk olarak 2. Mahmut devrinde tiyatrolar kuruldu ve opera temsilleri başladı.

1828’de 2.Mahmud’un davetiyle geldiği İstanbul’da saray bandosu Müzika-i Hümayun’u kuran İtalyan orkestra şefi Donizetti’nin en iyi iki öğrencisi padişahın iki oğluydu: Abdülmecid ve Abdülaziz.

Abdülmecid tahta çıktığında, hocası Donizetti’ye bando dışında bir de saray orkestrası kurdurmuştu.

Donizetti’den operetler de sahnelemesini istemişti.

Avrupa’dan piyanolar getirilmişti ve bütün saray Batı müziği eğitimi alıyordu.

Hatta Harem bölümünde ayrı bir orkestra kurulmuştu. Padişah ailesi piano, arp, kemanda ilerlemişti.

Padişah Abdülmecit, şimdi yerinde Çiçek Pasajı olan Pera’daki Naum Tiyatrosu’nun inşaatına büyük paralar vermişti ve sık sık oraya gidip oyunlar, operetler izliyordu.

Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırdıktan sonra ise kendisine Avrupa saraylarındaki gibi bir saray tiyatrosu inşa ettirdi.

Bezm-i Âlem Valide Sultan Camii’nin hemen yanı başında, şimdi yerinde artık yolun ve Beşiktaş Stadı’nın olduğu Dolmabahçe Saray Tiyatrosu, 1859’da Naum Tiyatrosu oyuncularının sahnelediği operayla açıldı.

Herhalde bu kadar asriliği fazla bulmuş olacak ki Türkçe yayınlanan Ceride- Havadis, açılışı fazla ayrıntıya girmeden, dualar ve padişaha gelenekse övgülerle duyurmuştu:

“Allah, Padişahımızın ömrünü, büyüklüğünü, yüksekliğini, parıltısını, şanını, şerefini arttırsın; kalbini çeşit çeşit neşe ve sefadan ayırmasın âmin. Beşiktaş sahil sarayı civarında Padişahımızın emriyle kendilerine mahsus gayet süslü, eşsiz bir tiyatrohane tanzim edilmiştir. Gerekli her şey tamamlanmış olduğundan bu ayın- Cemaziyülâhır ayının- üçüncü Cumartesi gecesi Padişahımız bu tiyatrohaneyi şereflendirmişlerdir. Büyük bir lütuf olarak izin verdikleri için, vezirler ve başka ileri gelen devlet adamları da hazır bulunmuşlardır. Tiyatro açılmış ve bir opera oynanmıştır. Hazır bulunanlar pek memnun olmuşlardır. Doğrusu bu tiyatro benzeri pek az bulunur, pek muntazam, değerli bir eserdir. Böyle bir eser vücuda getirdikleri için Padişahımıza karşı teşekkür duygularını bildirmek üzere herkes onun ömrünün artması duasını tekrarlamış, bu suretle de kendisine düşen kulluk vazifesini yapmıştır.”

İstanbul’da Fransızca yayınlanan Journal de Constantinople gazetesi ise sansürsüz tiyaronun açılış gecesini anlatmıştı:

“Bu büyük sanat merasiminde, genç şehzadeler, bütün Saray halkı, Sadrazam, nazırlar, hükümetin bütün ileri gelenleri ile yabancı devletlerin elçileri hazır bulundular. Temsil, Naum Tiyatrosu sanatkârları tarafından verildi. Padişahın bulunduğu locanın solunda İngiliz Elçisi’nin eşi Lady Bulver ne İsveç elçisi’nin eşi Mme. Sibern bulunuyordu. Padişah, Lady Bulwer ile birkaç defa Fransızca konuştu. Temsil akşamın yedisinde, Mlle. Viale, M. Scheggi, M. Lawrence ve M. Saverini’nin ustaca icra ettikleri Luigi Ricci’nin Scaramuccia operası’nın ilk iki perdesi ile başladı. İki perde arasında M. Padovani güzide topluluğa kendini dinletmek şerefine erişti: Kendi bestelemiş olduğu sevimli bir parçayı kemanla çaldı. Temsil, yeni Chasse de Dianne balesi ile sona erdi. Padişah temsilin sonuna kadar locasını terk etmedi.”

Fakat bu asri eğlenceler uzun sürmedi.

1861’de Abülmecit ölüp yerine kardeşi Abdülaziz gelince, saray orkestrası küçültüldü, opera ve tiyatro oyunları bitirildi, Harem’de kurulan bale kaldırıldı, geriye sadece bando bırakıldı.

Bir daha opera sahnelenmeyen Dolmabahçe Saray Tiyatrosu da 1863’de yandı.

Ama Abdülaziz, bütün bunları sofu ve Batı kültürü karşıtı olduğu için yapmamıştı.

1856 Kırım Savaşı ile ülkenin içine girdiği ekonomik darboğaz sırasında iyice göze batan yeni Saray’daki israfa karşı alınması gereken tasarruf tedbirleriydi bunlar.

Küçük yaşlardan itibaren Batı müziği eğitimi almış, kendi besteleri olan yeni padişah Abdülaziz de sık sık Naum Tiyatrosu’na giderek oyunlar ve operetler izlemeye devam etmişti.

Sadece kendisi değil, İstanbul’a gelen konuk imparatorları da Naum Tiyatrosu’nda opera izlemeye götürüyordu.

Padişah Abdülaziz, III. Napolyon’un daveti üzerine Paris’teki Milletler Sergisi’ne katılmak üzere 1867’de Avrupa’ya gitti.

Bu bir Osmanlı padişahının ilk Avrupa seyahatiydi.

Abdülaziz, 47 gün süren seyahatı sırasında da Fransa, İngiltere ve Avusturya’da operalara gitti.

Ama yalnız değil.

Avrupa’ya götürdüğü iki yeğeniyle birlikte; veliaht şehzade Murat ve şehzade Abdülhamit.

5 Temmuz 1867 akşamı Padişah’ın Paris’te operaya gittiğini Ceride-i Havadis gazetesi şöyle haber verdi:

“Halife hazretlerinin oturmalarına tahsis edilmiş olan Elysee sarayından Cuma günü akşam üzeri çıkarak adetleri olduğu veçhile maiyetlerinde bazı memurlar bulunduğu halde, Paris şehrinde gezintiye rağbet buyurdukları, sıhhat ve afiyetlerinin çok iyi olduğu, geçen Çarşamba gecesi de opera seyrine gittikleri, ertesi gün Paris metropoliti ile papa hazretlerinin oradaki elçisi tarafına giderek vizitede bulunmak suretiyle kendilerini mükâfatlandırdıkları, bu Perşembe günü de Londra’yı şereflendirmek üzere Paris’ten ayrılacakları telgraf haberlerinden anlaşılmıştır.”

Kraliçe Victoria’nın davetiyle Paris’ten Londra’ya geçen Abdülaziz ve heyeti şerefine 16 Temmuz 1867 gecesi Crystal Palace’ta otuz bin kişinin katıldığı, 1600 kişilik İngiliz korosunun sahne aldığı bir konser düzenledi. Konserde koro kasideler bile okudu.

Abdülaziz ayrıca Londra’da Galler Prensi Edward ile birlikte Fransız bestecisi Auber’in Asaniello operasını da izlemeye gitti.

Temsilin sonunda operanın direktörüne 136 taşlı bir enfiye kutusu ve sanatçılara da 800 lira hediye etti.

Sultan Abdülaziz, Avrupa’daki sanat camiasınında bir parçasıydı.

1872 yılında ünlü Alman besteci Wagner’in Bavyera’nın Bayreuth şehrinde inşa ettirmek için para toplamaya başladığı konser salonu Festspielhaus için ilk bağış yapanlardan biri Abdülaziz olmuştu.

Padişah o günün parasıyla Wagner’in salonuna 900 thaler yani bugünkü rayiçle 21.000 Euro bağışlamıştı.

Batılı pek çok imparator ve zenginin kayıtsız kaldığı konser salonu projesine bu cömert bağış için bizzat Wagner, Abdülaziz’e teşekkür mektubu gönderdi.

(Mektup ilk olarak 2003’de Andante dergisinde müzik tarihçisi Emre Aracı tarafından yayınlandı)

Bu bağışın karşılığında Abdülaziz salondaki üç koltuğun daimi sahibi oldu: 329, 330 ve 331.

Bu üç koltuktan birini kendisi, diğerini ise iki yeğeni için almıştı: Murat ve Abdülhamit.

13 Ağustos 1876’da nihayet biten salonun açılışı yapıldığında ise bu üç koltuk boştu.

Abdülaziz, 1876’daki saray darbesiyle devrilmiş, yerine geçen büyük yeğeni V. Murad ise amcasının hala karanlık olan ölümüyle ruhen hastalanmıştı.

Birkaç hafta sonra da ağabeyinin yerine Wagner operasındaki üçüncü koltuğun sahibi küçük yeğen geçti: 2. Abdülhamit.

Abdülhamit’in klasik Batı müziği merakı ve bilgisinin birinci derecede tanığı çocuklarıydı.

1960’da hayatını kaybeden kızı Ayşe Osmanoğlu’nun “Babam Sultan Abdülhamid” kitabında bu tanıklığın pek çok örneği var.

Kitapta bizzat babasından şöyle aktarıyor:

“Gençliğimde piyanoya merak etmiştim. Babam (Abdülmecid), Şehzadelerine Avrupa’dan birer piyano getirtmişti. Saraya İtalyan ve Fransız musiki muallimleri alınmıştı. Bu muallimlerden Fransız Alexandre Efendi bana hoca tayin edilmişti. Epeyce bir müddet çalıştım. Musikiyi çok sevmeme rağmen, ne yazık ki gaileli bir hayat bana musikiye lazım gelen vakti verdirtmedi.”

Ayşe Osmanoğlu’nun hatıralarından adına yapılan dizideki o Abdülhamit’e hiç benzemeyen bir baba görürüz:

“Evlatlarının müzikle meşgul olmasını ister, bize piyanolar ve muhtelif musiki aletleri alırdı. Huzurunda piyano çaldırır, dinler, yanlışlarımızı düzeltir, tempolara dikkat eder, – Böyle çalınmaz, tekrar ediniz. – derdi. Alafranga musikiyi alaturkaya tercih ederdi. – Alaturka güzeldir ama daima gam verir. Alafranga değişiktir. Neşe verir. Piyanoda alaturka dinlenmez. Kendine mahsus alaturka sazlarla çalınmalıdır” derdi.”

2. Abdülhamit, Batı müziği tutkusunu aldığı babasının yolundan gitti ve Dolmabahçe Sarayı’ndan taşındığı Yıldız Sarayı’nda 1889 yılında Yıldız Saray Tiyatrosu’nu yaptırdı.

120 kişilik, üst katta padişah ve misafir localarının ve kafes arkasındaki harem bölümünün olduğu salonun Alman İmparatoru II. Wilhelm’ın 1889’daki ilk İstanbul ziyaretine yetiştirilmesi bir tesadüf değildi.

Belki bugün biri yapsa “eziklik”, “batı kompleksi” denebilirdi ama Abdülhamit, ittifakını derinleştirmek istediği imparatora kendi sarayında operet izletmek istemişti.

Ama bu sahiden eziklik ya da batı kompleksi değildi. Bugün hamasi tarih anlatısı içinde ne olduğunu anlamaktan epey uzak olduğumuz 19’uncu yüzyılın saray kültürüydü.

22 Mayıs 1891 Cuma günü Yıldız Sarayı’ndaki Cuma selamlığında Abdülhamit’in 172 kişilik Viyana Erkekler Korosu’ndan ilahiler, şarkılar dinlediğine, konser sonu koro şefine mecidiye nişanı verdiğine o yüzden bugün inanmak kolay değil.

(Yine müzik tarihçisi Emre Aracı, kişisel arşivlerden onun da konser programını bulup yayınlamıştı)

O yüzden İstanbul’a gelen bütün tiyatrolar, kumpanyalar muhakkak bir akşam soluğu Yıldız Sarayı’nda almaktaydı.

Yıldız Saray Tiyatrosu’nda temsil günü Cuma akşamlarıydı. Hatta bazen geceleri…

Yine kızı Ayşe Osmanoğlu anlatıyor:

“İstanbul’a herhangi bir trup gelse, derhal elçiler tarafından haber verilir, tavsiye olunurdu. Böylece truplar saraya gelirdi. (…) Fransa Sefiri Constance, Sarah

Bernhardt’la Coquelin Cadet’yi saraya getirmişti. Oyundan sonra bunlara da nişan verilmişti.”

150 yıl sonra bile kendisini oynayan kişiyi AK Parti grup başkanvekili yapacak kadar gücünü koruyan Tahsin Paşa’ya da kulak verip, bu uzun parantezi kapatalım

“O zamanlarda da Avrupa’dan artistlerin şehrimize geldikleri vakiydi. Tiyatro işleri esvapçıbaşı İlyas Bey’e görevli olduğundan böyle meşhur artistler geldiği zaman, saray tiyatrosunda bunlara oyun verdirilirdi. Mounet-Sully, Sarah Bernhardt, Ermete Novelli bu suretle oynamışlardı. Bunlara kâh nişan veya madalya, kâh bol miktarda bahşiş verilirdi.”

1892 yılının o akşamı Arturo Stravolo ve ailesini Pöti Şan tiyatrosundan alıp, arabalarla Yıldız Sarayı’na doğru götüren de İlyas Bey’en başkası değildi.

Stravolo, o akşam yaşadıklarını 56 yıl sonra 82 yaşındayken 1948’de boğaza bakan yalısında, o sırada henüz İnönü ailesinin damadı olmayan gazeteci Metin Toker’e anlattı:

“İstanbul’a geldiğim zaman epey pişkin ve tecrübeli bir artisttim. Arkadaşlarım da öyleydiler. Fakat Saray’da verdiğimiz o ilk temsilde olduğu kadar hiçbir yerde bu kadar sıkıldığımızı hatırlamıyorum. Yıldız’ın tiyatro dairesini bilirsiniz, güzel, şirin bir yerdir. Fakat sahneye çıktığımız zaman, hepimiz sanki buz kestik. Çünkü salon bomboştu. Yalnız kafeslerin arkasından hafif sesler geliyordu.

Anladık ki Sultan ve maiyeti oradalar. Boş bir salon önünde oynamanın ne kadar müşkül olduğunu, ancak sanatkarlar bilir. Düşününüz karşınızda hitap edecek kimse yok ve siz, mütemadiyen nükteler yapıyor, şaklabanlıklar ediyor, görünmeyen seyirciyi güldürmeye çalışıyorsunuz. Üstelik bu seyirciniz koca imparatorluğun hükümdarı ile en ileri gelen simaları. Vaziyetimizi takdir ediyorsunuz, değil mi?

Oynadığımız piyes, “Crispino e la comare” adlı İtalyanca bir komediydi. Ben, trupun komiği idim. Kafeslerin arkasından gelen ilk gülme seslerinin ve onu takip eden kahkahaların kulaklarımda ne kadar hoş akisler bıraktığını hala hatırlarım. Artık bütün şevkimizle oynuyorduk. Muvaffak olduğumuzu, temsilden sonra verilen ihsanın dolgunluğundan anladık.”

Padişah 2. Abdülhamit, en çok kendisini güldüren Arturo Stravolo’yu beğenmiş ve Saray’da kalmasını istemişti.

Ama Stravolo’nun 1948’de Cumhuriyet’te anlattığına göre bu transfer o kadar da kolay olmamıştı.

26 yaşındaki Arturo’nun hayali trupuyla dünyayı dolaşmaktı.

Ama padişah ısrar etmiş, baba Salvotore Stravolo oğlunu ikna etmeye çalışmış ama zorunlu askerlik zamanı gelmiş olan Arturo İtalya’ya dönmesi gerektiğini anlatmıştı.

2. Abdülhamit meseleyi İtalyan sefiri ile çözdü.

Padişah’ın ricası üzerine Arturo’nun askerliği bir yıl tecil edildi.

Artık bu jest karşısında daha fazla dayanamamış ve teklifi kabul etmişti.

Ama bir şartı vardı; Kendisiyle birlikte aile üyeleri de Saray’daki kadroya alınacaktı.

Kabul edildi.

Böylece Yıldız Saray Tiyatrosu’nun yavaş yavaş büyüyen ilk kadrolu ekibi Stravolo ailesi oldu.

Önce erkek Stravololar kadroya alındı.

Baba Salvatore Stravolo, küçük kardeş tenor Alfredo…

Fakat bir yıl hızla geçti. Arturo’nun askerlik için yeniden İtalya’ya dönmesi gerekti.

O yıllarda Osmanlı ile İtalya’nın arası pek de iyi değildi. İstanbul’a gelen İtalyan’ın yeni sefirini Abdülhamit bir türlü kabul etmemekteydi.

Nihayet bir gün sefir Yıldız’dan bir yemek daveti aldı. Heyecanla gitti. Yemekten sonra padişah kendisinden bir ricada bulundu:

Arturo’nun tecilini bir yıl daha uzatmasını…

Yeni sefirin böyle bir yetkisi yoktu ama zor bela görüştüğü padişahın tek ricasını geri çevirmek de mümkün değildi.

Söz verdi. Bulunan çareyi 1948’deki röportajdan okuyalım:

“Nihayet şu çareyi buluyor: Stravolo’yu hekim raporu ile çürüğe çıkaracaktır. Hemen bir hekim getiriliyor, muayene ediliyor, askerlik yapamayacak derecede hasta olduğuna dair rapor tanzim ediliyor ve Stravolo bu suretle 15 sene kalacağı Yıldız Sarayı’na yerleşiyor.”

Ama sarayın kadrolu tiyatro ve opera ekibi olmak hiç de kolay değildi:

“Trup teşkil edildikten sonra muhtelif operalara mahsus elbiseler ısmarlanmış, onları diğer piyesleri ve operetlerin kostümleri takip etmiş. Nihayet bunlar o kadar çoğalmış ki koca bir salonu gardrop yapmışlar. Bu sahada tam 50 muhtelif piyese ait kostüm, her an için hazır dururmuş. Temsiller ekseriya akşam veya gece vakti verilirmiş. Akşam üstü, Padişah ile Stravolo arasında irtibat memuru vazifesini göre İlyas bey, İtalyan artistine gelir, “Efendimiz bu gece Sevil Berberi’nin oynanmasını irade buyuruyorlar” dermiş. Stravolo hemen harekete geçer, arkadaşlarına heme. Sevil Berberi’ni hazırlamalarını istermiş. Hazırlıklar tam son safhasına gelir ve perdenin açılmasına intizar edilirken, İlyas Bey ter kan içinde arzu endam edermiş: “Aman Stravolo bey! Padişahımız iradelerini değiştirdiler Sevil Berberi’ni değil, Rigoletto’yu arzu buyuruyorlar”

Padişah ailesi için bütün bu opera ve operetlerin özel bir adı vardı. Kızı Ayşe Osmanoğlu, o isimleri anlatıyor:

“Bu operaların sarayda ayrı isimleri vardı. Traviata’ya (Madam Kamelya), Troubadour’a (Demirci Operası), Barbier de Seville’e (Berber Operası), Bal Masqué’ye (Maskeli Opera), Frediavolo’ya (Haydut Operası), La Fille de Régiment’a (Asker Kız Operası), La Belle Hellene’e (Çoban Operası), Rigoletto’ya (Kral Kızı Operası), Mascotte’a (Maskot) derlerdi. Babam Rigoletto’yu çok sever ve daima çaldırırdı.”

Ama Saray’da oyunların sadece adları değiştirilmemişti.

Padişah mutsuz son sevmiyordu, bu yüzden oyunların sonları da bazen değiştiriliyordu.

Mesela Aleksandre Dumas, sevgilisi Marie Duplessis için yazdığı “Kamelyalı Kadın romanından Verdi’nin bestelediği La Traviata operası.

Aslına opera büyük bir aşkla başlar

Violetta evinde düzenlediği partide tanıştığı yakışıklı Alfredo’ya şampanya ikram eder, Alfredo herkes ile birlikte ünlü içki aryasını söyler. Sonra Violetta göğsündeki kamelyayı çıkarır, Alfredo’ya çiçek solduğunda kendisine gelmesini ister.

Fakat Yıldız Sarayı’nın soğuk duvarlarını ısıtan bu aşkın sonu hüzünlüdür. Violetta genç yaşta verem olmuş, son birkaç saatini geçirmektedir. Yıllardır ondan uzakta olan Alfredo, koşarak gelir; “Büyük Allahım. Bu kadar genç yaşta ölmek” diye isyan eder ve…

Dünyanın bütün salonlarında operanın sonunda genç Violetta ölür ama bir salon hariç: Yıldız Saray Tiyatrosu.

Padişah için operanın sonu değiştirilir. Violetta’nın doktor tarafından iyileştirildiği yeni bir mutlu son yazılır.

Belki de bu mutsuz son Abdülhamit’in aklına Saray’da kibritle oynarken kendini yakan altı yaşındaki kızı Ülviye’yi kurtaramamasını getiriyordu.

Yıldız’ın dışında korku salmış Padişah’ı mutlu etmenin formüllerini bulmuştu Arturo.

Padişah’ın okuduğu ve sevdiği romanlardan oyunlar yazıyordu. Mesela Abdülhamit’in okuduğu Giovanni Boccaccio’nun romanlarından birinden bir oyun yazmıştı.

Boccaccio’nun bu romanı Türkçe’ye bile yıllar sonra ancak sansürsüz çevrilebilen epey erotik komedi Decameron muydu?

Sultan Abdülhamit’in şahsi tiyatro zevki ve Arturo’ya olan sevgisi dönemin yabancı gazetelerinin de bildiği, ünü Yıldız’ın dışına taşmış bir bilgiydi.

Pensilvanya’da yayınlanan Reading Eagle gazetesinde 1903 yılında çıkan “Sultan’ın oyuncuları” başlıklı haberde, Arturo Stravolo liderliğindeki oyuncuların askeri bir organizasyon biçiminde örgütlendiği ve padişahın istediği zaman onları çağırdığını yazılmıştı.

Ne zaman isterse çağırmasının tuhaf örnekleri vardı.

Bir tanesini 1948 yılında 82 yaşında verdiği röportajda Arturo anlatmıştı.

1898’de Abdülhamit’in misafiri olarak İstanbul’a gelen İmparator Wilhelm’a Yıldız’da temsil yapacakları akşamın sabahıydı:

“O zamanlar Şişli’de oturuyordum ve evimin güzel bir bahçesi vardı. Sabahları yırtık gömlek ve yamalı pantalonla, yalın ayak bahçemde uğraşır, çapa yapar, çiçek yetiştirirdim. Bir gün İlyas Bey telaş içinde geldi ve derhal saraya gideceğimizi söyledi. Kıyafetimi değiştirmek için birkaç dakika müsaade istedim. “Olmaz, olmaz, Efendimiz hemen bekliyor” dedi.

Yahu dedim, insaf edin, bu paçavralarla hünkarın karşısına nasıl çıkabilirim. Hiç olmazsa ayağıma bir şey geçireyim.”

“İmkanı yok. Beş dakika bile gecikemeyiz. Efendimizin iradesi kat’idir.”

Fakat ben de ısrar ediyordum. Nihayet arabadan inmemek şartıyla gitmeye razı oldum ve öylece yola koyulduk. Yıldız yokuşundan çıkarken, İlyas Bey, hünkarın beni niçin çağırdığını anlattı. Padişah o gece Almanya İmparatoru Wilhelm’in huzurunda vereceğimiz temsilde kullanılacak tüfeklerin hakiki Fransız tüfeği olmasını istemiş.

“Allah, allah dedim bizim tahta tüfekler var ya”

“Var ama efendimiz onları arzu etmiyor”

“Peki, şimdi ne yapacağız?”

“Silahaneye gideceğiz, oradaki Fransız tüfeklerini seçeceksin”

Stravolo ve İlyas bey silahhaneye gidiyorlar, Fransız tüfekleri seçiliyor. Akşam temsil vakti geliyor ki sahnede yine tahta tüfekler var. Stravolo İlyas beye koşuyor. İlyas Bey:

“Onları tekrar silahhaneye kaldırdık”

“Peki, beni ne diye yaka paça getirdiniz?”

“Efendimiz, senin bütün gün ne işle meşgul olduğunu merak etti. Bahçende uğraştığını söyledik. Bize “o kıyafetle alın getirin” dedi. Ben de koşup sana geldim.”

Stravolo, bu anıyı 1948’de padişahın kendisine sevgisinin bir örneği olarak anlatsa da, herhalde mesele daha çok Abdülhamit’in meşhur evham ve paranoyalarıydı.

Yine de bunlardan en az etkilenenlerden biriydi Arturo.

Padişah, Arturo’ya Kaymakam rütbesi vermişti. O yıllarda Kaymakamlık bugünkü yarbaya denk düşen bir askeri rütbeydi.

Bu oyun icabı ya da bir şaka değildi. Yarbay üniforması bile vardı Arturo’nun.

1894 depreminde tiyatronun da zarar görmesi üzerine bir süre ara verilse de 15 yıl boyunca Yıldız Sarayı’nın resmi, kadrolu ekibi oldu Stravolo ailesi.

İlk başta ekipte kadınlar yoktur. Kadın rollerini de oynamak Arturo’ya düşmüştü.

Ama sonra ekibinin genişlemesine izin çıkar. Stravolo ailesinin kadın üyeleri ve dışarıdan oyuncularla ekip büyüdü.

Baba Salvatore Stravolo, tenor kardeş Alfredo Stravolo, kızkardeşi Olimpiya, onun eşi damat Luici Falconi, baş tenör İspanyol Matiar Manuel, bas İtalyan Robelli, komedyen İtalyan Burgogni…

Ve tabii sarayın kadrolu primadonnası…

Bir akşam İstanbul’a gelen bir başka İtalyan opera topluluğu yine Yıldız Sarayı’na çağrılmıştı.

Padişah’ın dikkatini hemen soprano Emilia çekti. Saray kadrosuna dahil edildi. Saray’ın kadrolu primadonnası olarak. Sonra Emilia, Arturo’nun kardeşi Alfredo Stravolo ile evlendi.

Tiyatronun müdürü olan baba Salvatore İstanbul’da öldü.

Arturo, 60 altına varan aylık maaşıyla varlıklı bir hayat yaşadı.

Ta ki 1909’da Abdülhamit Yıldız Sarayı’ndan sürgüne gönderilene kadar.

Padişahın halliyle onun en kişisel zevkinin de sonuna gelinmişti.

Stravolo ailesi 1909’dan sonra İtalya’ya döndü, sonra savaş çıktı. Sonrası meçhul. Muhtemelen aile bir daha İstanbul’a dönmedi.

Arturo hariç.

Tam olarak hangi tarihte döndüğü meçhul.

1919 yılına ait bir arşiv belgesinde Şişli’deki evleriyle ilgili işlemler yapıldığı görülüyor.

Ama 80’li yaşlarında yani 40’lerın sonlarında İstanbul’da olduğu kesin.

Çünkü o yıllarda İstanbul Galata’daki şimdi Casa Garibaldi olarak bilinen binada bulunan İtalyan İşçi Cemiyeti’nin (Societa Operaia) başkanlığına seçilmişti.

82 yaşında 1948 yılında da Cumhuriyet muhabiri Metin Toker’i İstanbul boğazındaki yalısında ağırlamıştı.

Röportajın konusu Arturo’nun yazdığı ve İtalya’da yayınlanacak anılarıydı.

Türkçesi çok iyi olmasına rağmen nedense anılarını Türkçe yazmamış, Türkiye’de yayınlatmak istememiş hatta röportajda Toker’e bile anlatmak istememişti.

Anıları okumuş olanlardan biri İstanbullu Levanten gazeteci Gilberto Primi’ydi.

Arturo Stravolo, 90 yaşında 17 Nisan 1955’de İstanbul’da vefat etti. Feriköy’deki Latin Katolik Mezarlığı’na defnedildi.

Uzun yıllar bir daha kimse ondan ve ailesinden bahsetmedi.

Zaten onun Abdülhamit ile hikayesi ne Kızıl Sultan ne de Ulu Hakan mitlerine pek uymuyordu.

2012 yılında Yıldız Sarayı arşivlerinim yöneticileri, Yıldız Sarayı Tiyatrosu’ndaki izleri takip ederek Arturo’nun İtalya’daki akrabalarını buldular.

Arturo’nun torunu Natale Carlotti, davet üzerine İstanbul’a geldi.

Ama eli boş gelmedi. Saray Tiyatrosu’nda sahnelenen tüm eserlerin notaları, Arturo Stravolo’nun özel notları ile geldi ve hepsini saraya bağışladı. Notalarda Arturo’nun eserlere yaptığı düzenlemelerinin yanında dönemin sansür heyetinin yaptığı değişiklikler de görülüyordu.

O sırada gazetelere röportajlar veren Yıldız Sarayı müdür Ali Serim “Bazı librettolarda gerçekten de sonların değiştirildiğini ve kâğıt üzerine bazı Osmanlıca notlar düşüldüğünü gördüm. Bunların ne oldugunu Emre Aracı’nın incelemelerinden anlayacağız. Ayrıca Arturo Stravolo Bey tarafından kaleme alınan Yıldız Sarayı Anılarını da Türkçe ve İngilizce yayımlayacağız” dedi.

10 yıl sonra anılara ne olduğu hala bilinmiyor.

Zaten 10 yıl sonra artık başka bir Abdülhamit var.

Önce Necip Fazıl’ın nasıl yaşaması gerektiğine karar verdiği, sonra senaristlerin günün siyasi ihtiyaçlarına göre yeniden yarattığı yeni bir Abdülhamit.

O Abdülhamit hikayesinde birden sahneye atlayacak bir Arturo sahiden herkesi güldürebilirdi.

Belki de komik olan Arturo değildir?

Kaynaklar:

Emre Aracı, Andante Dergisi yazıları

https://emrearaci.weebly.com/uploads/1/3/8/7/13873024/06._copyright_emre_araci_-_andante_-_june__2013.compressed.pdf

Cengiz Arslan, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Sahne Sanatları Anasanat Dalı Opera Programı, “Osmanlı Sarayı’nda Opera Sanatı “yüksek lisans tezi

https://acikbilim.yok.gov.tr/bitstream/handle/20.500.12812/213720/yokAcikBilim_10305452.pdf?sequence=-1&isAllowed=y