Sembolizmin öncülerinden olan, ÜNLÜ Türk şair Ahmet Haşim, 1917 senesinde "İaşe-i Umumiye İdaresi Heyet-i Teftişiyesi"ndeki vazifesi gereğince Niğde, Nevşehir ve çevresinde bulunmuştur. Anadolu izlenimlerini kaleme aldığı mektubunda 1919 senesinde geldiği Nevşehir Güvercinlik köyünden de bahsediyor.
İşte Ahmet Haşim'in 1919 Anadolu'sunun İçler Acısı Halini Anlattığı Mektubu...
Ahmet Haşim'in 3 Eylül 1919 tarihinde dönemin Manisa Milletvekili Refik Şevket Bey'e gönderdiği mektubunu Sözlük yazarı ''billions and billions'' paylaşmış. Her Türk vatandaşının defalarca okuması gerektiğini düşünüyoruz...
“**Sevgili Refik,**
İhtimal sana fazla yazıyorum. Fakat ben bundan memnunum. Bulunduğum noktalardan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan oluşmuş ve bütün mesafeler boyunca sürekli maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum. İletişimimizin bu gidişatı seni bunaltıyor mu? Geçen mektubumu Niğde’den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra sancağın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. Yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum. Gördüğüm anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım?
Öncelikle bu bölgede kimler yaşıyor? Görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır? Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır. Anadolu köylüsünü sınıflandırmada karıncalar cinsine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin sonsuz sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, “gıda” sabit fikirliliğiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. Sanki cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya gıda maddesini biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…
Fakat boğazlarının kârına olarak aklın bütün maharetlerini ret ve iptal eden bu adamların boğazı da memnun etmekten pek uzak bulundukları, en zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyanın barsaklarda sebep olduğu gazlar ve ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak mümkün değildir.
Refik; Ankara’da, Almanya imparatorunun anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. Bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde (mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği.
Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. İstisnasız nakil araçları kağnıdır. Ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icâdından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat, hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. Uzaktan görüldüğü zaman heyet-i umumiyesiyle bir arabadan ziyade büyük ve korkunç bir karafatma hissini veren tarihe âşina bir göz için üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla dara ve keyhüsrev devirlerine ait taşlar üstünde çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevkeden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim.
Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. Tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. Sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. Bu boklar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar. Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. Bütün havalarında o hoş koku solunur. yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir. Eski mısırlılardan ziyade Anadolular apis öküzüne hürmet etmeliydi. Öküz, burada hayatının genelinin zenbereğidir.
Evlerine gelince, onlar da öyle: Duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hasıl olmuştur. Baca nedir, bilir misin? dibi kırık bir testi. Kızılırmak civarında, büsbütün ev inşasından da feragat ederek, toprağın maddesel özelliğinden yararlanarak dağları oymakla vücuda getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi yaşarlar.
Nevşehir’den yarım saat beride Güvercinlik adında kovuklardan oluşan bir köy vardır ki, hakikaten ancak bir güvercinlik olmaya yakışan bir köydür. Anadolu, külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. Kaynamış süte kirli bir demir parçası yahut eski bir gümüş para atılsa sütün derhal yoğurda dönüşeceğini sen de bilirsin.
Anadolu, hemen bir uçtan bir uca firengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder. Bununla birlikte güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz olduğunu itiraf etmeli. siyah, derin ve titretici gözlerle insana bakan şalvarlı, düzgün ölçülü anadolu kadınları; sizleri nasıl unutacağım? Gençleri, insanın bazen en mükemmel bir örneğini temsil ederler. Fakat, bunlar, nadirlerdendir., Refik.
Anadolular hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu konuyu burada kesiyorum. Anadolu seyahati artık benim için nihayet buluyor demektir. Bundan da üzgün değilim. … Niğde teftişi son bulmuştur. İâşe heyet-i teftişiyesine girdiğim günden beri kazandırmış olduğum tutar iki bin liraya varmıştır. Benim zararım ise pek çoktur. Öncelikle sağlığım bozuldu. Hayli keçi eti yedim. birçok da gereksiz masraflar ettim ve rahatımdan da birçok şey kaybettikten sonra yerimden de oldum. Yakında, belki, üç gün sonra İstanbul’a gidiyorum.''
**Ahmet Haşim, 3 Eylül 1919** (1) Şevket İnce
Ahmet Haşim Bütün Eserleri-VI, Hazırlayanlar: İnci Enginün, Zeynep Kerman, İstanbul, 1991, s.66-70, Dergâh Yayınları. ***Kaynak: **güzel yazılar-mektuplar—türk dil kurumu yayınları(s.67–72) - o. karaveli, sakallı celâl, 5. baskı, 2004, pergamon yayınları, s. 45-46.* Ahmet Haşim‘in bir mektubu üzerine düşünceler: Ahmet Haşim, 1917 senesinde "İaşe-i Umumiye İdaresi Heyet-i Teftişiyesi"ndeki vazifesi gereğince Niğde, Nevşehir ve çevresinde bulunmuştur.
1917 senesi için tarih bilgilerine müracaat edildiğinde görülecektir ki o dönemler her yönü ile zor, sıkıntılı bir dönemdir. 1. Cihan Harbi devam etmektedir. Rusya‘da Bolşevik devrimi olmuştur. Osmanlı Devleti bütün cephelerde ağır kayıplar vermiştir. Yoksulluk, çaresizlik alıp yürümüştür. Anadolu halkı ıssızlığın ortasında yaşama mücadelesi vermektedir. Salgın hastalıklar, bitmeyen savaşlar, cepheye gidip de dönmeyen yiğitler ve sönen ocaklar, yetimler... Kaderine terk edilmiş Anadolu‘da hazin haller yaşanmaktadır.
İstanbul‘da yaşayan edipler, 20. yüzyılın başlarında, Anadolu‘da yaşananları, olup bitenleri eserleri ile kayıt altına almaya başladılar. Anadolu gerçeği edebî eserlere konu oldu.
Memleket gerçeğini anlama, anlatma çabası yeni eserler ile devam etti. Ahmet Haşim, bir teftiş vazifesi ile bulunduğu Niğde‘den arkadaşı Şevket İnce‘ye yazdığı mektubunda gördüklerini, yaşadıklarını, intibalarını, tespitlerini dile getirmiş. O dönemin acı gerçeklerini anlatırken yer yer sert ifadelerin de yer aldığı bu mektubu, devrin tarihî-sosyolojik şartları içinde değerlendirmek gerekir. Zira o yıllar evvelce de belirttiğimiz gibi ülkemizin en zor yıllarıdır. Bir çöküş dönemi yaşanmaktadır. Yokluklara ve yenilgilere rağmen ayakta durma mücadelesi verilmektedir. Anadolu insanının o dönem içindeki çaresizliği, hayat şartları, yoksulluğu bir mektup ile adeta resmedilmektedir.
Şair Ahmet Haşim‘in şiirlerinde içe dönük olan mizacı, nesirlerinde hayata ve insana yönelir. Dikkatli, keskin bir gözlem gücü ve etkili cümleler ile düzyazının güzel örneklerini verir.
Ahmet Haşim‘in bu mektubunu okuyunca, İstanbul‘da hayatlarını sürdüren, taşraya uzaktan bakan aydınlar zaman içinde adeta Anadolu insanına karşı yabancılaşıyorlar. Sanki başka bir iklimden kopup gelmişler gibi. Oysa yüzyıllardır cephelerde savaşan ve ülkeyi koruyan, doyuran Anadolu değil mi? İnsanımıza uzak düşenlere, onun yaşantısını beğenmeyenlere sorulacak bir soru var: "Ne ektiniz ki ne biçeceksiniz?"
Ahmet Haşim Kimdir?
Ahmet Haşim, 1884 senesinde Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yer alan Bağdat’ta dünyaya gelmiştir.
Babası Bağdat’ın eski ve bilinen ailelerinden biri olan Alusizadeler’e mensup Arif Hikmet Bey, annesi ise yine Bağdat’ın ileri gelenlerinden Kahyazadeler’in kızı Sara Hanım’dır.
Babasının Arabistan vilayetlerindeki memuriyeti nedeniyle düzensiz bir ilkokul tahsili gördü. Aynı sebepten, dil olarak sadece Arapça’yı öğrendi. Annesi vefat ettikten sonra 12 yaşındayken babası ile birlikte İstanbul’a geldi.
1897’de Galatasaray Sultanisi’nde yatılı olarak eğitim almaya başladı. Ahmet Haşim’in sanat ve edebiyata olan ilgisi Galatasaray Sultanisi’nde başlar. Bilinen ilk manzumesi “Leyâl-i Aşkım” 1901 senesinde “Mecmua-i Edebiyye’de yayınlandı. 1905-1908 yılları arasında yazdığı ve Piyale kitabına aldığı “Şi’r-i Kamer” serisindeki şiirleri, hayal zenginliği, iç ahenkteki kuvvet ve büyük telkin kabiliyeti ile dikkat çekti.
1909’da kurulan Fecr-i Âti grubuna dahil oldu. Okuldan mezun olduktan sonra Reji İdaresi’ne memur olarak girdi. Bir taraftan da Mekteb-i Hukuk’a devam etti.
1914-1918 yılları arasında askerliğini yaparken Çanakkale Cephesi’nde bulundu. 1924’te Paris’ giden Haşim, 1932’de rahatsızlığı sebebiyle Frankfurt’a gitti. Çeşitli yerlerde memur olarak çalışan Ahmet Haşim daha çok öğretmenlik yaptı.
Sanâyi-i Nefise Mektebi'nde (Güzel Sanatlar Akademisi) mitoloji, Mülkiye Mektebi’nde de Fransızca derslerine girdi. Bu görevlerine ölünceye dek devam etti. Servet-i Fünûn dergisinde şiirler yayınladı. 1911 senesinde yayınlanan Göl Saatleri isimli şiiriyle haklı bir şöhret kazandı.
Fecr-i Âti dağıldıktan sonra, siyasi ve edebi akımların dışında kalarak kendine has bir şiir ve nesir anlayışının tek temsilcisi olarak kaldı. Ahmet Haşim 4 Haziran 1933 tarihinde 49 yaşındayken yaşamını yitirdi.
ŞİİRLERİ
Ağaç , Akşam yine toplandı derinde, Bahçe, Bir günün sonunda arzu, Bir Yaz Gecesi Hatırası, BülBül, Başım, Gece, Gelmeden Evvel Geldin, Birlikte, Havuz, Hayal-i Aşkım, Karanfil, Karanlık, Kari'e, Mehtapta Leylekler, Merdiven (Popüler), Mukaddime, O belde, O Eski Hücreye Benzer ki, Orman, Öğle, Parıltı, Seher, Sonbahar, Süvari, Şafakta, Şairsiz Dünya, Tahattur, Yarı Yol, Göl saatleri, Piyale