Devlet-i aliyye’nin 19. Asrında, Keçecizâde Fuad Paşa ile Mehmed Emin Âli Paşanın münâvebeli Hâriciye Nezareti ve Sadaret makamlarındaki icrâ-yı vazifelerinin şâhidlerinden Ahmed Cevdet Paşa, şâhid olduğu bir konuşmayı esefle kaydeder. Husûsi bir meclisde, Fuad Paşa, Âli Paşa’yı “âlileştirmekte” hudud tanımaz. “Sizin yanınızda, Köprülü Paşalar filan nedir?” gibi laflar da edince, daha fazla dayanamaz Ahmed Cevdet Paşa ve şu cevabı verir. “Köprülü, fenâ fi’d-devle olmuş bir adamdı. Rükûa varmış devleti, ayağa kaldırmaya hasr-ı efkâr etdi. Muvaffak da oldu. Şimdi de böyle fedakâr bir vezir olsa, bu devleti ihyâ eder. Siz, ondan malûmatlısınız. Lâkin bahçe tanzim etmek, yakınlarınızı kayırmak gibi işlerle meşgulsünüz.”
Ziya Nur Bey, Fakülteler Matbaasındaki mütevazi odasındaki ziyaretimizde anlatmıştı, bu ibretâmiz kıssayı. “Rükûa varmış devlet” tarifi dehşetengîzdi. Ahmed Aydın Bolak Beyin, müdâvimi olduğumuz “Yılanlı Yalı”daki müstesna sohbetlerde de “devlet” meselesi, yârânın derdiydi hep. En nihayetinde ısrarlı istirhamlara mukavemet edemeyen Ahmed Aydın Bey, TRT’deki sohbetlerinden birisinde (10 Ekim 1999, TRT-2) “devlet anlayışımız”dan bahsetmişti dinleyicilerine.
Tarihi seyri içinde Türk Devlet anlayışını ana hatlarıyla tarif etmişti konuşmasının başında. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti; milliyetine, insan haklarına ve hukuka bağlı, âdil, güçlü, millî ve mânevî değerlere saygılı, zengin tarihî mirasa sahip Türk Milleti tarafından kurulmuş, üniter bir devlettir. Renk, dil, düşünce farklılıkları Türk vatandaşlarının eşit haklara sahip olmalarına ve “Türk” sayılmalarına mâni değildir. Aksine “üniter” yapısı, millî sınırları içinde yaşayan bütün vatandaşlarının “Türk” sayılmasını gerektirir.” demiş ve devam etmişti. “Türkler; dil, din, kültür, düşünce farklılıkları sebebiyle birbirlerine rüçhanlı duruma geçemezler. “Filancaların inancı ekseriyettedir.” diyerek, azınlıktaki inanca tahakküm, Türk Devletinin yasalarında yoktur. Tarihleri boyunca Türkler için “devlet”, inançlara dayanan “inanç”la eş tutulan ve bu sebeple de uğruna şehit olunan bir mukaddes varlıktır.”
Yârân-ı sohbet de artık hitama erdi neredeyse! Geçen hafta, Ezel Beyle buluştuk, Çengelköy’de. Emel ve Seyfullah Esin’i yâd ettik. Yalıya uzaktan baktık, yarım asır öncesini yaşadık. Meçhûle giden gemide bize el sallayıp, geri dönmeyen yolcuları hatırladık bir bir. Emin Işık Bey de geminin geçen yılki yolcularındandı. Ezel Bey, çayını yudumlarken Emin Beyle hatıralarını anlattı. Nurettin Topçu Beyin ona olan alâkasına işaret etti. Gurûb etti güneş ve kalktık, hatıraların hasretiyle. Vaniköy’deki mütevazi hânemize döndük.
Kütüphanemize çekildik. Masamızdayız ve önümüzde “Devleti Kuran İrade” (Hareket Yay. İst. 1971) Emin Işık Beyin, kıymeti eksilmeyen kitabı.
Nurettin Topçu Bey de “önsöz” yazmışlardı. “Bizim devletimizi kuran irade, İlâhî kaynaktan ilhamını alıyordu. Bu kaynak İslâm dinidir. Hegel’in “İlâhî iradenin yeryüzünde gözükmesi” hâlinde tanımladığı devlet, İslâm devletidir. Bugünün İslâm devletleri, davanın özünü kaybettiklerinden, Batı’nın ayakları altında perişan yaşıyorlar. Onların küçülmüş varlıkları, âleme yaygın devlet iradesini kaybederek ferdî varlıklarına bağlı menfaat isteklerine sığınmış iskeletleri andırmaktadır.” dedikten sonra, Emin Işık Beyin eseriyle, işte sosyal hayatın her sahasına yayılan bu yaraya neşter vurduğunu belirtiyordu.
Emin Işık Bey, “millî bünyenin kuvvet ve kudreti, nüfus kalabalığı ile değil, iradesinin kudreti ile ölçülür” diyerek başlıyor, yaraya neşter vurmaya. “Araplar, İslâmiyet ile “büyük devlet” olma fikrine kavuştular ancak ondan uzaklaştıkça, “cahiliyet devrindeki “kabile devlet” hâline geldiler ve o zihniyete mahkûm oldular.”
Türklerin Anadolu’da kurdukları devlet geleneğinin dayandığı üç ayak vardır; “Ordu, medrese ve tekke.” “Ordu, nizam ve otoriteyi; medrese, din ve ilmi; tekke, din ve ahlâkı temsil ediyordu.” Ordu, kendi mensuplarının yanında devlet ve idare adamlarını; medrese, münevverleri; tekke de halkı “yetiştirmeye, şuurlandırmaya ve devletin gayesine yöneltmeye çalışıyordu.” Devletin temel teşkilatı bu üç ayak üzerinde duruyor ve yaşıyordu. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Osman Gazi ve ahfadının ne kadar hissesi varsa, “Yunusların, Hacı Bayram ve Akşemsettinlerin” de o kadar emeği ve hissesi vardır. “Osmanlı Devleti’ni bir aile ve hânedan devleti olarak mütalâa etmek, tarihi bilmemektir, affedilmez bir hatadır.” Zaman akıp geçerken “devletimiz” de temel teşkilatındaki dayanıklılığıyla asırlarca sağlamlığını sürdürdü. Tâ ki bu üç müessese arasına fitne sokulup da zaafa uğratılıncaya dek. Ve bilinen bir gerçekle yüz yüze gelindi. “Devletler, köklü ve sağlam müesseselere istinad etmez ve millet ruhundan kuvvet almazlarsa, pâydâr olamazlar.” Emin Işık Beyin, tespitleri, düşündürücü ve uyarıcıdır. “İslâm âleminin bugünkü perişanlığının sebepleri çok derinlerde ve ötelerde bulunmaktadır. Bu perişanlığı, bugünkü Müslümanların din anlayışlarının bir kat daha artırdığı söylenebilir.” Fikre değer verilmeyişi, bu perişanlığın esaslı sebeplerindendir. Art niyet taşımadığı sürece, fikirler, değerlidir. “Hür düşünceden ve doğru sözden korkulmaz. Bundan fikirsizlerle, vurguncular korkar. Korkulacak şey; fikirsiz, şuursuz ve hedefsiz hareket, kaba kuvvettir.” Türkleri, Anadolu’da dâim kılan şu vasıflarıydı. “Hiçbir zaman adaletsiz, merhametsiz ve ahlâksız olmadılar. Terbiyesizce ve kalleşçe hareket etmediler.”
Devletler ancak güçlü olurlarsa ayakta kalabilirler. Bu konuda da Emin Işık Bey, “İslâm’ın Kalkınma İçin Tedbirleri” nelerdir, açıklıyor. “1. İslâm, prensip olarak sâde ve basit bir hayat yaşamamızı ister. Bu, tabii yaşayıştan ve tabiattan uzaklaşmamamız demektir. Hep insan eli ve makine maharetiyle meydana getirilmiş lüks eşyalar içerisinde sunî bir hayat yaşamak, insana kendini ve Allah’ı çabucak unutturur. 2. İslâm, keyfî yaşamayı ortadan kaldırmıştır. 3. İhtiyaçları, asgariye indirerek, lüks ve israfı yasaklamıştır. Zarurî ihtiyaçların üstündeki bütün harcamaları, israf saymıştır. 4. Tasarrufların değerlendirilmesi. 5. Umûmî menfaatler, ferdî menfaatlerden daima üstün tutulmuştur. Fakat fert, inkâr edilmemiştir. Terbiyede ve yetiştirmede ferdiyetçi olan İslâm dini, ahlâk ve iktisatta cemiyetçidir.”
Fertlerin şahsî mesuliyetleri de çok mühimdir. Çünkü “İslâm nazarında insan, sahip olduğu yüksek ahlâkî değerlerle ölçülür… Ve İslâm, mesuliyet üzerine kurulu bir şahsiyet gelişimi ister. Onda umumun menfaati, ferdî menfaatten üstün kılınmış, her fert sahip olduğu imkânlar nisbetinde mesul tutulmuştur. Mesuliyetin kaynağı ise, uhrevî ve İlâhîdir. Bu duygudan mahrum olan fertlerin, millet menfaatlerini koruyabileceklerine ve millete hizmet edeceklerine, İslâm, inanmaz.”
İnsanın dünyevî zenginliğin pençesindeki zavallılığını da Emin Işık Bey, Kur’an-ı Kerîm’den açıklar. “Gizli ve açık yollarla başkalarının haklarına tecavüz ederek mal biriktiren ve onu tekrar tekrar sayan kimseye yazıklar olsun!.. Malı, kendisini dünyada ebedî yaşatacak zanneder. Hâlbuki asla!.. O, doymak bilmeyen hutameye elbette atılacaktır. Hutame nedir, bunu sana bildiren oldu mu hiç? O, Allah’ın öyle yakıcı bir ateşidir ki insanın tâ can evine tırmanır. Kendisi bir direğe bağlıymış da ateş, etrafını kapalı bir oda şeklinde kuşatmış gibidir. (Humeze Sûresi)”
Emin Işık Bey, “Yıkılan Değerler ve Medeniyet” başlığı altında, insanı, eşref-i mahlûkattan esfel-i sâfilîne indiren “yalan” üzerinde duruyor. “Çocuğun ninnisi, politikacının vaadi, tüccarın tebessümü, hatta dindarın duası, aslında perdelenmiş ve örtbas edilmiş bir yalanı barındırıyor. Anne evladına, kadın kocasına, çocuk büyüklerine yalan söylüyor… Yalansız ve hilesiz muvaffak olunamayacağı, kalplere iman gibi yerleşmiştir.” Ya gelecek ne olacak? “Neslin, kendi içindeki ye’s karanlığında boğulması, ölümlerin en acıklısıdır. Çünkü bu, bir ölüm değil iflastır.” Kendini bilerek yaşayan insan, “ebedî olmadığının şuurundadır.” 1800’lerin başlarından itibaren artan “maddenin hâkimiyeti” artık hayatın her sahasındadır. “Şimdi hayata hâkim olan düstur, kitaba uymak değil, kitabına uydurmaktır. Bugünün muamelesinde mânevî mesuliyet yıkılmış ve yok olmuştur, menfaat hırsı vicdanların sesini boğmuştur… Nihayet maddecilik, dine de sirayet etmiştir. Hac, mâliyeti yüksek bir ibadet olduğu için rağbet görür. Kâbe, döviz getiren bir işyeri telakki edildiği için imar edilir. Yedi defa Hacca giden, anasından doğmuş gibi olur. Kandil gecesi, yüz rekât namaz kılanın bütün günahları bağışlanır…” Bu tahribattan kurtuluşun çaresini de söylüyor Emin Işık Bey. “İnsana dönüş, ruha dönüş ve Hakk’a dönüş.”
“Ahlâk, duygularımızdaki samimiyet ile hareketlerimizdeki inceliktir. Davranışlarımızdaki zarafettir.” Güzel ahlâkı tamamlamak üzere geldiğini buyuran Hz. Peygamber, asırlar öncesinden sosyal saadetin de formülünü sunmuştu. Peki öyle mi? Dünyevî kaygılarla hemhâl dindarlıktan söz edilebilir mi? Emin Işık Bey, bunun cevabını da veriyor. “Dindarlık, ruhumuzda kurulan mânevî nizamın âhenginden meydana gelen bir sırdır. Bu sır, insanın iç dünyasını sardığı zaman, insan dindar olur… İlâhî emirlerdeki hikmeti yani inceliği, Peygamberin hareketlerindeki nüansları göz önünde tutmayan ve değerlendirmek ihtiyacını hissetmeyen bir dindarlık, kaba ve şuursuz bir taklit, kuru ve kör bir taassup olmaktan kurtulamaz… İnsan, üç merhaleden geçmeden yahut üç şeyi kendinde birleştirmeden dindar olamaz. Bu üç şey; duygu, şuur ve iradedir.”
Unutulmayacak gerçek “ilmin kaynağı zekâ, dinin kaynağı iradedir.”
Emin Işık Bey, dindarlık mevzuunda Türk-İslâm anlayışının samimiliğindedir. “İnsanın kendi kendinin olması, kendi varlığını yaşaması ile mümkündür. Dindarlık, insanın kendini yaşaması ve kendi varlığını kendine mal etmesidir… Gerçek mânâda dindarlık, insanın kendine dönmesi, insan varlığının mânâ ve değer kazanması demektir… İbadet, kulun kendi varlığını derinden duyması ve yaşaması, sonsuz ve mutlak kudretin önünde, kendi hiçliğini idrâk etmesidir. Allah’a iman, mutlak varlık karşısında, insanın kendi varlığını meşru görmesidir. İman, insan vicdanının dine karşı verdiği bir imtihandır.”
Yarınından emin olamayan insanda, kendine güvenden söz edilebilir mi? Maddeciliğin dünyevî hâkimiyetinin önünde tek engel “din ve dindar iken, onlar da hayatın bu serseri akışına kendilerini kaptırmış bulunmaktadırlar. Onların da hayat görüşleri, yaşayış ve düşünce tarzları tamamen maddîdir. Dünya zevklerinden mahrum kalmamak, hatta azami derecede istifade etmek için, onlar da diğerleriyle yarış hâlindedirler… En lüks otellerde, en pahalı eğlence yerlerinde zevk ü safa içinde ömür süren hacılar, Orta çağ kralları gibi yaşayan şeyh taslakları, hangi hayırlı hizmetin mümessilidirler? En kültürsüz, en duygusuz ve merhametsiz bir hayat yaşarken, insanın muhafazakâr bir kılık içinde görünmesi, Müslüman olması için nasıl kâfi gelebilir?... Bütün ruhsuzluğu, duygusuzluğu ve gülünçlüğü ile yaşatılan bu dindarlığı, ruhların kurtarıcısı diye gençliğe ve gelecek nesillere, yukarıda gösterdiğim dindarlar mı sunacaktır?... Şekilden başlayan, bütün kuvvetini ve düşünce tarzını maddeden alan bir dindarlığın son karargâhı, maddî iktidarı ellerinde bulunduranların kucağı olacaktır.”
Emin Işık Bey, mesuliyet şuuruyla doğruyu söylemekten kaçınmıyor. “Günün Müslümanları, kendi dinlerini en maddî ölçüler içinde anlar, en kaba şekiller içinde tatbik ederler, maddeden başka bir şey tanımaz ve maddi kuvvetten başka bir şeye inanmazlarken, nasıl olur da ruhçu ve maneviyatçı olduklarını ve bu davanın mümessilleri bulunduklarını iddia edebilirler? Müslümanlar, bu düşünce ve bu ölçünün sahibi bulundukları müddetçe, istediği kadar otobüslerle Kâbe’ye taşınıp dursunlar, istediği kadar örtünme kampanyaları açsınlar, dindarlıklarında bir milim dahi ileri gidemeyecekler, dindar olduklarına kimseyi inandıramayacaklardır.”
Dünya üzerindeki milletlerin birinci seviyede esas güç kaynağı, “insan unsurudur.” Bunu göz ardı eden milletlerin unuttuğu şey, mevcudiyetlerini kaybettikleridir. Emin Işık Bey, özeleştiri yapan bir münevverdir. “Oldukça zeki olan halkımızın zekâsını inkişaf ettirmekteki aczimiz, din hayatında da kendini gösteriyor. Hakiki istikametinde inkişaf ettirilmemiş ve tatmin bulmamış bir din duygusunun âkibeti, ya koyu bir inkâra saplanmak ya da din nâmına dinsizliği dahi gölgede bırakacak garabetlere ve dalaletlere düşmek olacaktır. Bugünkü cemiyetimizde, her iki zümreye de bol bol örnekler vardır. Bir yanda taassubun dinden soğuttuğu ve dine uzaklaştırdığı, dine düşman bir zümre; diğer yanda bizzat din tarafından küfür sayılabilecek hareketlere dindarlık adını veren ve onunla oyalanan ve teselli bulmaya çalışan ikinci bir zümre mevcuttur. Dinî hayatın dejenere edilmesinde, bu ikinci zümrenin rolü büyüktür.”
Emin Işık Beyin şiddetle eleştirdiği bir diğer taraf da “tasavvuf” konusundaki istismardır. “Bugün cahil şeyhlerin elinde tarikatçılık, bir istismar daha doğrusu bir ıdlâl (doğru yoldan çıkarma) vasıtasıdır. Bu dâva, aslında gönülleri arıtma ve saflaştırma dâvası idi. Şimdi ise saf gönülleri avlama, zihinleri bulandırma ve kafaları dolandırma tuzağı hâline getirilmiştir. Bir iki tasavvuf ıstılahı, birkaç evliya menkıbesi ve sekiz on tane acayip söz bilen her açıkgöz, ortaya şeyh olarak çıkmakta, büyük iddia ve muazzam cesaretle ileri atılmakta, dinî hayatı kepaze etmektedir.” Bir de ektikleri nefret vardır. Emin Işık Beye göre bu tavrın anlamı şunun göstergesidir. “Bugün, din adına dinsizlere uzanacak el, Mevlânâ’nın eli gibi şefkat ve merhamet dolu eller olmalı iken, sıkılmış yumruklardır. İşte bu sıkılan yumruklar ve gıcırdayan dişler, o memlekette dinî hayatın olmadığını gösterir. Bu hâllere ve her türlü din istismarına asıl sebep, halka, hakiki bir din kültürünün verilmemiş olmasıdır.”
“İbadeti, eti ve kemiği ile yani sadece şekli ve maddesi ile yapanlar; secdede tozlu halıları, Hacda da dağları ve taşları bulacaklardır. İbadeti, kalpleri ve ruhları ile yapanlar ise Allah’ı bulacaklardır.” Kitabın sonunda okuduğum bu cümle, her şeyin hulâsası. Emin Işık Beyin, 1960’ların Türkiye’sindeki gözlemleriyle çizdiği bu tablo hiç de yabancı gelmedi, yarım asır geçmesine rağmen.
Dalmışım, başım önüme eğik. Cevri Kalfaya seslendim. Çay getirdi, karşıma oturttum. Ahlâkî bozulmadan bahsettim. Dinledi. “Sen dersin?” diye sordum. “Efendim, okuduğum bir kitaptan aklımda kalanı size arz edeyim” dedi. “Buyur, lütfen” deyince, anlattı. “Üç sınıf insan vardır. Bunlar ulemâ, ümerâ ve fukarâ. Yani âlimler, idareciler ve dervişler. Âlimler bozulunca, din gider. İdareciler bozulunca geçim bozulur. Dervişler bozulunca da ahlâk elini eteğini çeker. Âlimleri bozan, hırstır. İdarecileri bozan, adaletsizliktir. Dervişleri bozan da riyadır.” Tekrar başım öne düştü. Kaldıracak takatim kalmamıştı.
A.Hamit Kılıçkaya