Çanakkale savaşından sonra, Avustralya ve Yeni Zelanda’da, “Çocuklarımız düşman topraklarında kaldı, ruhları huzur bulamıyor” şeklinde itirazlar dile gelmeye başladı. Çok sayıda anne, ardı ardına dilekçeler vererek, ölülerinin bulunmasını ve topraklarına geri getirilmesini istediler.
Doğal olarak, önce 1. Dünya Savaşı, sonra da Kurtuluş Savaşı yılları boyunca bu istekleri değerlendirilemedi. Cumhuriyet ilan edildikten sonra, Batı ile ikili ilişkiler kuruldukça, ANZAC annelerinin baskısı arttı.
İstediklerini yerine getirmek, fiili olarak çok zor görünüyordu. Kayıpların çok büyük kısmı, denizaltılarca batırılan gemilerde, denizde kaybolan askerlerdi. Ayrıca bombardımanlar, cesetlerin sürekli parçalanmaya devam etmesine neden olmuştu. Ancak bunları annelere söylemek mümkün değildi. Bir açmaza girilmişti.
Türk hükümeti, eski işgal güçleri yetkililerine, ceset aranması ve mezarlık yapılması konusunda imkan verdi. Bazı cesetler bulundu, bir kaç mezarlık yapıldı, ancak huzur sağlanamadı.
1934 yılında, 18 Mart’ta, o zamanın şartlarında, neredeyse uzay yolculuğuna çıkmak kadar zorluklarla, bazı ANZAC gazileri ve yakınları, kayıplarını anmak için törene katıldılar.
Zamanın Çanakkale valisi, bu törende yapacağı konuşmayı, önce Ankara’ya bildirip onay istedi.
Dışişleri tarafından uygun bulunan metin, Atatürk’e de danışıldı. Özet olarak, Türkiye’nin, iman gücü ile düşmanları her zaman kovduğu, işgale gelenlerin denizin dibinde kaldığı, bundan sonra işgale kalkışacaklara da bir ders olması gerektiği anlatılan, hamasi bir konuşmaydı.
Atatürk, yazı hakkında hem danıştı, hem de düşündü.
Söylenenler doğruydu, gerçekti. Kimse de itiraz edemezdi. Ancak, hem uluslararası nezakete uygun değildi, hem de geleneklerimizdeki “misafire davranma” şeklinden uzaktı.
Savaşı bin bir zorlukla kazandığımızı zaten herkes biliyordu. Kafalarına kakmak, düşmanlığı ve gerginliği devam ettirmek hiç de şık olmuyordu.
Gelenlere ise, misafirlikten daha üst bir paye vermek, ülkemizi küçük düşürebilir, güçsüz, aciz gösterebilirdi. İlişkilerde nezaket ve acizliği karıştırmamak, bir sanattı.
Atatürk, bize Allah’ın lütfu olarak, hem savaşı kazanabilecek zekaya, hem de barışı ilerletecek kültür ve olgunluğa sahipti. Yazıyı bir kenara kaldırdı, yenisini yazdı, Çanakkale’ye gönderdi.
“Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar!
Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır.
Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Dinleyenleri allak bullak eden, gözyaşlarına boğan bu metin, yine o yılların şartlarında, zaman içinde duyulup yayıldı. ANZAC anneleri, kendi çocuklarına “kahraman” diyen ve evlat kabul edip “dost” olarak hitap eden bu büyük alçak gönüllülük karşısında şaşırıp kaldılar.
Sydney şehrinde bir araya geldiklerinde, mesajı ağlamaktan bir kerede hiçbiri okuyamadı. Yazı elden ele geçerek 2 saatte, 50’den fazla kez okundu, neredeyse gözyaşlarından okunmaz hale geldi.
Daha sonra cevap metni yazıp gönderdiler.
“Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını alicenap sözleriniz hafifletti, gözyaşlarımız dindi. Bir anne olarak bana bir güzelim teselli verdi. Yavrularımızın sonsuz uykularında huzur içinde dinlendiklerinden hiç şüphemiz kalmadı.
Majesteleri kabul buyururlarsa, bizler de size ‘Ata’ demek istiyoruz. Çünkü yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce.
Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan Büyük Ata’ya bütün anneler adına sevgi, şükran, saygıyla...
Alıntı