Birkaç resim vardır ülkücülerin var oldukları her yerde

Birkaç resim vardır ülkücülerin ocaklarında, evlerinde ya da var oldukları hemen her yerde, Bozkurt, Üç Hilal ve kara kışın ortasında bedenleri birbirine harmanlanmış binlerce ülkücünün çehrelerinde bin belâ, omuzlarında al bayrağa bürünmüş bir tabut,yürüyüp giderken çekilmiş fotoğrafı…

İstanbul, Ankara gibi büyükşehirlerde ya da Anadolu’nun herhangi bir ücra köyünün herhangi bir kör zamanında, bu resimlerden biriyle karşılaşırsanız biliniz ki, işte orada ülkücüler yaşamaktadır…

Sanki o resimler, ülkücülerin ruhunu katmış can vermişlerdir, o fersiz taş topraktan mekânlara. Diğer resimlerin renkli renkli hallerini başka başka yerlerde görmüş olsanız da çokça, o siyah beyaz fotoğrafın bir başka hali yoktur, hiçbir yerde. Çünkü ne bir öncesi, nede bir sonrası vardır o anın.

Kim çekmişti O fotoğrafı? Neden gözlerinin önünden akıp giden zamanı önce yüreğine kazıyıp ardından o kareye sığdırmak istemişti? Duraklamış zamanın hangi noktasında kıstırmıştı o anı? Ya da tarih kadar büyük bir tabutla omuzlar üzerinde ebediyete koşup giden o dev gibi adam kimdi.

İşte o resim miydi yoksa ezel denilen sırrın en resmedilmiş hali.

Ülkücüler dahi pek bilmezler artık, o günlerden hatıra bu soruların anlamını… Oysa işte o fotoğraf; yaşlı ya da genç, zengin ya da fakir, hayat denilen muammaya dalıp gitmiş her bir ülkücü için ölümsüz bir aşkın destanını anlatan siyah beyaz eski bir film şeridinin koptuğu son karedir.

Demek ki bir tek o kare önemli idi ve ülkücülerden başka kimsenin bilmediği bir sır yaşanmıştı o an, orada. Belki de o yüzden zamanı dondurup içinden yalnızca o kareyi aldılar ülkücüler ve kar beyaz bir ölümü yaşatmak istediler, kendileri ile beraber sonsuza dek…

Duvarda asılı bir tarihin suskun şahidi olan o fotoğraf, sanki bir zalim ressamın, bembeyaz yüreklere vurduğu karakalemden sızan kapkara kan ile çizdiği bir resim ya da bir şairin hüzünlü mısralarında var olmuş bir ağıt gibi yakar kavurur insanım diyebilen herkesin yüreğini…

Mukaddes bir kalabalığın içinde, o gün akıp giden insanlar, bugün kaldılar mı hayat ta. Ya da bir başka tabutta bir başka kutlu kervan ile uğurlanmışlar mıydı bir ebedi saltanata. Yoksa bir hilalsiz şafak vaktinde asılmışlar mıydı, lime lime olasıca urganlarla…

Ülkücüler, bugün her baktıklarında kendilerini görürler o fotoğrafın bir yerinde ve sanki şehit ülküdaşının son bir nefesi ile ısınacakmış gibi ayazdan üşüyen bedenleri ile daha bir sokulurlar yaşlı çınardan yapma tabutun dibine dibine.

Belki de o tabutta zifir karanlıklara gömülüp, yürüyüp giderler zemheri ayazın içinde ve üstlerine yağan kar taneleri ile bembeyaz bir kefen giyip, uçuverirler kış güneşine. Fırtınaları aşıp giden bir delikanlıda olsalar, Can arkadaşının tabutunu omuzlamış bir kocamış ihtiyarda olsalar, her ülkücüye mutlaka bir yer vardır o resmin herhangi bir yerinde.