İstiklal Marşı Şairi
1873 yılında İstanbul'da doğdu. İlköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de 'hürriyetçi' öğretmenlerinden etkilendi. Türkçe, Arapça, Farsça, ve Fransızca bilgisiyle çevresindekilerin dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı.
Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine, mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı. 1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti emrinde yirmi yıl görev yaptı. Memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurdu. İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayınladı. 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık yaptı. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi.
İlk şiirlerinin yayınlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayınlamadı. 1908'de II.Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar ve şiirler yazmaya başladı. 1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muaviniyken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfunun’da edebiyat dersleri vermeye devam etti.
Teşkilat-ı Mahsusa ve Milli Mücadele’de
İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdi. Ancak cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti. Birinci Dünya Savaşı sırasında istihbat teşkilatı Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanlar'ın eline esir düşen Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi. Batı’nın gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayınlanmaya başladı. Mehmet Akif bu vilayette Milli Mücadele hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı. Burdur milletvekili sıfatıyla TBMM'ye girdi.
İstiklal Marşı
Meclis, İstiklal Marşı güftesi için yarışma açtı. Yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamadı. Maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921 tarihinde İstiklal Marşı'nı yazdı. 12 Mart 1921'de birinci TBMM tarafından kabul edildi.
Mısır’a Gidiş
Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da yaşamaya başladı. Daha sonra sürekli olarak Mısır'da yaşamaya karar verdi. 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk Dili ve Edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün hayatı sırasında siroz hastalığına yakalandı. Hava değişimi için 1935 yılında Lübnan'a, 1936 yılında Antakya'ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteğiyle Türkiye'ye döndü. 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul'da vefat etti.
Dil Anlayışı
Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde sadeleştirmeden yana olan tutumunu her şiirinde ortaya koymuştur. Dilin tabii yapısını bozmadan şiirimizin gelişmesini sağladı. Aruz veznini yumuşattı. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki imkanlarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Dilin toplumsal işlevini öne çıkardı. Üslupta özgünlük ve kişiselliğe ulaştı.
ESERLERİ:
Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Âsım, Gölgeler.
HAKKINDA YAZILANLAR
1.Mehmet Akif
Nurettin Topçu
Dergah Yayınları
“Büyük adam, eseriyle hayatını birleştiren adamdır. Biz onda şu vasıfları arıyoruz: Önce ömründe ayni kanaatin, ayni imanın sahibi olan adamdır. Devirlere, zaruretlere, cemiyetlere göre değişmez, muhitine uymaz; muhiti kendine uydurur, uydurmazsa çarpışır. Cemiyetten daha kuvvetlidir; cemiyeti sürükleyicidir. Bu karaktere sahip insanların, yani değer yaratıcısı olanların bir kısmı zekasıyla, bir kısmı kalbi ve hisleriyle, bir kısmı da iradesiyle başka insanlara ve cemiyete üstündür, yaratıcıdır, sahiptir veya velidir. Bu üstün insanlar arasında ise bazıları her bakımdan, hem zeka, hem duygu, hem de irade kuvveleriyle cemiyetin insanlarına üstün durumdadırlar. Böylelerine muvazeneli karakter sahipleri denir. Filhakika zeka, duygu ve irade fonksiyonlarından yalnız bir kısmında üstünlüğe sahip olanlarda, alelade olan ruh sahasına doğru açılmış bir yara halinde anormallikler, ruh ve karakter sarsıntıları göze çarpmaktadır. Ancak muvazeneli karakter sahipleri, bu sarsıntılardan korunmuş sağlam ruhlu insanlardır. Bu üç türlü fonksiyonların da ayni seviyede yüksek ve keskin oluşu, insanoğlunu hilkatin harikulade bir eseri yapabiliyor. İşte Akif yaradılışın bu lutfuna uğramıştı. Ancak onu, iradesinin ateşli tazyikiyle diğer sahalarda muvazenesizlikten koruyan pek mühim bir sebebin var olduğu da unutulmamalıdır: Bu sebep, demirden bir iradeyi ahenkdar bir ray üzerinde yürüten İslam terbiyesi ve Allah'a imanıydı.Büyük adamların başka bir vasfı da münzevi oluşlarıdır. Onlar kalabalığın içinde yalnız yaşarlar. Üçüncü bir vasıf olarak, büyük adamların devlet ve ikbal mevkilerinden uzak durduklarını görüyoruz.”
İSTİKLAL MARŞI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!
Mehmet Akif Ersoy
İSTİKLAL MARŞI'NIN AÇIKLAMASI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Şair, burada milletine seslenerek, ona, korkmamasını, sadece Türk milletinin daima parlayan yıldızı olan bayrağın, yurdumuzun üstünde son ocak tütünceye kadar dalgalanacağını söylemektedir.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl!
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!
Bu kıt’ada, şâir, gayet hiddetli bir şekilde, aynı zamanda da yalvararak, bayrağa sesleniyor: ‘Ey nazlı hilâl, Hakk’a tapan, istiklali İçin hiçbir milletin dökmediği kadar kanını dökmüş bulunan, bu “kahraman ırkıma” suratını asma, şiddetli davranma, bir kere-cik de olsa gül…’ demektedir.
Sancak : Bayrak
Celâl : Kızgınlık, öfke
Hilâl : Ay
İstiklâl : Bağımsızlık
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Şâir, kendi şahsında milletine seslendiği bu kıf ada, kendisinin (yani milletinin) çok büyük boyutlarda kükremiş bîr sel olduğunu, tarihin hiçbir döneminde, kendisine zincir vurulamadığını, bunu düşünmenin bile çılgınlık olduğunu; çünkü dağlan yırtacak, enginlerden taşacak, önüne çekilecek her türlü bendi çiğneyerek aşacak derecede bir yapıya ve özelliğe sahip olduğunu vurguluyor.
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Şair, yine kendisine ve milletine sesleniyor ve diyor ki: O garbın topu, tüfeği, teknolojisi, çelik zırhları, bütün uçsuz bucaksız gökleri varsın sarmış bulunsun. Ve batı, böyle bir güce sahip olduğu için, köpek gibi havlayıp dursun. Korkma ve sakın aldanma, o, tüm bu ihtişamına rağmen, tek dişi kalmış, ömrünün son günlerini yaşayan yaşlı bir canavardan başka bir şey değildir. Ve o, benim iman dolu savunma gücüne sahip olan milletimle başa çıkamaz.
Âfâk : Ufuklar.
Ufuk : Gözün görebildiği en uzak nokta.
Serhad : Hudut, sınır boyu, son nokta, son kale.
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Şâir, milletine sesleniyor: Arkadaş, yurduma karşı yapılan bu alçakça, namussuzca, şerefsizce saldırıya karşı gövdeni siper et. Sakın ha mücadeleden vazgeçme. Hakk’ın sana vadettiği günler mutlaka gelecektir. Belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Milletine seslenmeye devam ediyor: “Bak” diyor, bu topraklar var ya, bu topraklar, hani her gün üzerine bastığın, sıradan bir toprak değildir. Bu topraklar altında, binlerce şehit kefensiz olarak yatmaktadır. Sen ki, bu şehitlerin evladı olarak, sana dünyaları dahi verseler, bu cennet vatanından asla vazgeçmeyeceğini de sakın unutma.
Haya : Ar, namus, şeref, utanma, edep, terbiye
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Canı, cânânı, bütün varımı alsın da Hûda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Yine milletine sesleniyor: Vatanım, her karış toprağından şehit kanı fışkıran cennet gibi bir ülkedir. Allah, benim canımı, sevdiklerimi, neyim var neyim yoksa hepsini alsın razıyım. Yeter ki beni bu cennet vatanımdan ayrı düşürmesin.
Ruhumun senden, ilâhi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli.
Bu ezanlar -ki şahadetleri dinin temeli-
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
Mehmet Akif Ersoy, burada Allah’a sesleniyor. Vatanımın camilerinde okunan ezanlar, bu milletin senin yolunda olduğunun en açık delilidir. Ezanlar bunun şahididir. Onun İçin, senin yolunda olan bir kulun olarak, Allah’ım, tüm ruhumla ve bedenimle senden şunu diliyorum: Bu mabetlere yabancı eli değmesin.
Şühedâ : Şehitler, şehitlerin kanı.
Hûda : Allah, Tanrı.
Cüda : Ayrı.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
Her cerihamdan, ilâhi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
İşte o zaman, yani mabedimin göğsüne yabana eli değmediği zaman, şayet, ölmüşsem ve mezarımın başında bir taşım varsa, o taş sana şükranla, huzurla dolu olarak bin kere secde eder. Bu secde etme esnasında, Allah’ım, her yaramdan kanlı yaşlar boşanır. Ve yine o zaman cesedim, bir ruh gibi fışkırarak göğe çıkar ve belki de başım arşa değer.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!
Bu son bölümde, şair artık söyleyeceğini söylemiş ve rahatlamıştır. Bu rahatlığı, Allah’ına ve milletine olan inancından kaynaklanmaktadır. Bu rahatlıkla, gayet emin bir şekilde, bayrağa seslenmekte ve dökülen bütün kanlarının helal olduğunu Türk Bayrağını ve Türk ırkını, sonsuza kadar, köleleştirmenin mümkün olamayacağını, çünkü ezelden beri hür yaşamış bayrağın ebediyette de hür olmayı zaten hak etmiş olduğunu ve yine Hakk’tan başka bir ilâhı olmayan Türk milletinin de bağımsızlığının en doğal hakkı olduğunu anlatmaktadır. Bu şiir Türk edebiyatının şaheser şiirlerinin başında gelmektedir. Genel anlamıyla istiklal marşımızda yok olmak üzere olan bir milletin yeniden ayaklanmasını anlatmaktadır.
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,
Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle "bu: bir Avrupalı"
Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer
Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,
Osrtralya'yla beraber bakıyorsun; Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk.
Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela...
Hani tauna da zuldür bu rezil istila...
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrarı! hayasızcasına,
Maske yırtılmasa hali bize affetti o yüz...
Medeniyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbab,
Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.
Öteden saikalar parçalıyor afakı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'makı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el,ayak,
Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman o orduyu seyret ki, bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram?
Çünkü te'sis-i ilahi o metin istihkam.
Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Huda'nın ebedi serhaddi;
"O benim sun'-i bediim, onu çiğnetme" dedi.
Asım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makber'i kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyetler eder istiab.
"Bu, taşındır" diyerek Ka'be'yi diksem başına;
Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsan oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,
Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki, a'sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif Ersoy
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE ŞİİRİNİN AÇIKLAMASI
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kalabalık orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne yüzsüzce bir yığınak ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "Bu bir Avrupalı!"
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp hapishanesi, yâhud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, insanoğlunun bütün kavimleri,
Kaynıyor kum gibi... Mahşer mi, hakikat mahşer.
Cihanın yedi iklim dikiliyor karşısına da,
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hintli, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, veba mikrobunu bile utandırır bu rezil istilâ!
Ah, o yirminci yüzyıl yok mu, o soylu yaratık,
Ne kadar gözdesi varsa ise, hakkıyle alçak,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü içinde gizlediği şeyleri utanmazcasına.
Maske yırtılmasa hala bize çok güzel bir yüzdü o yüz
Medeniyyet denilen kahbe, gerçekten, yüzsüz.
Sonra lanet olasının yakıp yıkmak için kullandığı araçlar,
Öyle korkunç ki: Eder her biri bir ülkeyi harap.
Öteden yıldırımlar parçalıyor ufukları;
Beriden zelzeleler kaldırıyor derinlikleri;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce ateş,
Atılan her ateşin yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne korkunç tipidir: Savrulur insan parçaları...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık göğüslere,
Sürü halinde gezerken sayısız uçak.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik siperler ister, ne siner düşmanından;
Alınır kale mi göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet ona,haşa, boyun eğdirebilir ki?
Çünkü o sağlam istihkam Allah'ın eseri.
Güçlü yapılmış yerler bile sarılıp indirilir
Ama, insanın azminin yolunu kesemez insan yapısı eserler
Bu göğüslerse İlahi yapının sonsuz sınırı
Allah 'o benim en güzel eserim,onu çiğnetme'dedi
Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şehitlerin gövdesinden oluşmuş bir baksana dağlar taşlar
O, namazdaki rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar...
Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir bayrak uğruna, ey Rabbim, ne askerler şehit oluyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten atalarımız inerek öpse o temiz alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor İslam'ı...
Bedr'in arslan gibi askerleri ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek mezarı kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.
O tarih kitabı altüst ettiğin çağlara da yetmez.
Seni ancak sonsuzluklar kapsayabilir.
'Bu, taşındır' diyerek Kabe'yi diksem başına
Ruhumun İlahi ilhamını duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da örtü diye,
Kanayan kabrine sersem bütün yıldızlarıyla;
Mor bulutlarla açık türbene bir tavan çatsam,
Yedi kandilli Ülker Yıldızı'nı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece ay ışığını getirsem yanına,
Türbenin bekçisi gibi gibi tâ güneşin doğuşuna dek bekletsem;
Gündüzün avizeni güneşin taze ışıklarıyla silme doldursam
Tüllenen gurubu, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
Sen ki, son Haçlı Ordusu'nun hamlesini kırarak,
Doğunun en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi büyüklüğüne hayran ettin...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran etmek üzreyken,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, cisimlerde dolaşır ruhun ve adın
Sen ki, bütün yüzyıllara gömülsen taşacaksın... Yazık!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu savaş...
Ey şehit oğlu şehit, isteme benden mezar,
Sana kucağını açmış duruyor Peygamber
Mehmet Akif Ersoy
HABER
Mehmet Akif'in Kur'an meali yayınlandı
dunyabulteni.net
Mehmet Akif Ersoy'un yakılan Kur'an mealinin üçte birlik bölümü yıllar sonra ortaya çıktı ve yayımlandı.
Mehmet Akif Ersoy'un, yakılan Kur'an-ı Kerim meali yayınlandı. Meal için bugün İstanbul'da Topkapı'da bulunan Yenikapı Mevlevihanesi'nde tanıtım töreni yapılıyor. Meal Mahya yayınları tarafından yaynlanıyor.
Bilindiği üzere 1925 yılının Şubat ayında TBMM'de İslami kültürün temel kaynaklarının Türkçeye kazandırılması konusu gündeme gelmişti. Eskişehir mebusu Abdullah Azmi Efendi'nin öncülüğünde elli mebusun verdiği önergenin kabul edilmesinden sonra Kuran'ı Kerim ve Ahâdis-i Şerife Türkçe Tercüme ve Tefsir Heyet-i Mütehassısası için Diyanet İşleri Riyasetine tahsisat ayrıldı.
Dönemin Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi ve Diyanet İşleri Reisliği Hey'et-i Müşavere azası Ahmet Hamdi Akseki'nin ısrarlarıyla Mehmet Akif'e TBMM tarafından Kuran mealini yazma görevi verilir. Yapılan anlaşma gereğince Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır tefsir yazacak Akif'in hazırlayacağı meal ile birlikte bir arada basılacaktı. Çok iyi Arapça bilen, Türkçeyi güzel kullanan Mehmet Akif'in uzun zaman çalışarak meydana getirdiği Kuran meali Akif'in Mısır'da sürgün olarak yaşamak durumunda kaldığı yıllarda hazırlanmıştır.
"TAMAMLANMAYAN" YEPYENİ MÜKEMMELLİK
Akif, 1926 yılında hazırlamaya başladığı meali üç yıl müsvedde, dört yıl temize çekip düzeltmeler yaparak yedi yılda "tamamlamıştır". Eşref Edip 1932'de Mısır'a gittiğinde Mehmet Akif'in Kuran mealini baştanbaşa okuduğunu ve çalışmanın son derece ahenkli olduğunu anlatır Mehmed Akif kitabında ve şöyle der: "Bir şiir gibi senelerce üzerinde işlenmiş, hiçbir tarafında, hiçbir noktasında hiçbir pürüz kalmamış. Su gibi akıyor, bir çağlayan gibi gönülleri heyecana veriyor."
Oysa dostlarının gözünde tamam olan meal Akif nazarında henüz son şeklini almamıştır. Onun meal konusunda ne kadar titiz davrandığını Yozgatlı Mehmed İhsan Efendi İsmail Hakkı Şengüler'e yazdığı bir mektupta şu şekilde anlatır: "Akif Kuran tercümesinde son derece titiz davranıyordu. Birkaç ayetin tercümesini yapıp son şeklini verdikten sonra alır bana getirirdi.
Son şekli birlikte gözden geçirirdik. Bazan ufak tefek değişiklikler yapmış olurduk. Tercüme edilen Allah'ın kelâmı olduğu için kendisini büyük bir sorumluluk altında hissederdi. Birlikte gözden geçirdiğimiz kısımlar üzerinde vicdan rahatlığına ulaştığı anlaşılırdı.(...)
Ben, son şeklini verdiğimiz kısımların artık bittiğini kabul ederdim. Ancak bir müddet sonra bir de bakardım ki falan satırdaki filân kelimeyi atıp yerine başka bir kelime koymuş. Ve bu yeni kelime sayesinde ayetin Türkçe anlamına yepyeni bir mükemmellik kazandırılmış. (...)
Kuran'ı baştan sona bu surette tercüme edip bitirdi. Ve peyderpey birlikte gözden geçirmiş olduk."
Akif'in Türkiye'deki Türkçe ibadet tartışmalarından ve uygulamalarından dolayı meali oldukça yavaş hazırladığı söylenir. Oysa mesele sadece bu olayla ilgili değildir. Çünkü, Akif Türkçe ibadet tartışmalarının henüz başlamadığı 1928'lerde tercümeyi teslim etme konusunda tereddütler yaşamıştır. Türkçe ibadet denemeleri ise 1932'de başlamış daha sonra bu uygulamadan vazgeçilmiştir. Elbette Türkçe ibadet tartışmaları onun tereddütlerini arttırmıştır.
Fakat o buna rağmen mealini tamamlamaktan vazgeçmemiş daha ziyade mealinin mükemmel olmasını istemiştir. Kendisini tatmin etmeyen bir tercümenin başkasını tatmin etmeyeceğinin farkında olarak şunları ifade etmiştir: "Kur'an dinlemek âlâ. Kur'an okumak iyi, lakin Kur'an tercümesini yazma yok mu, işte o müşkil, daha doğrusu müdhiş bir sa'y. Bakalım Allah tevfikını lütuf buyuracak mı?"
Akif'in hazırladığı mealin Diyanet İşleri Reisliği, reis muavini Ahmed Hamdi Akseki tarafından resmi bir yazı ile istendiği biliniyor. Akif ise meali göndermez ve Diyanet İşlerine şu cevabı yazar: "Aramızdaki mukaveleye göre, Hamdi Efendi'nin yazmakta olduğu tefsir de sona erince, her ikisinin de bir arada basılmasıdır. Tefsir henüz bitmemiştir. O zamana kadar mealin üzerinde bir daha durmak istiyorum. Mukavele mucibince bana avans olarak verilen meblağın ödenmesi icabediyorsa onu da muayyen taksitlerle ödemeye hazırım."
VASİYET VE SONRASI
Akif, 1936 yılında ağır hasta olarak Türkiye'ye dönerken hazırladığı meali kendisinin ahlak ve faziletine güvendiği Yozgatlı müderris Mehmed İhsan Efendi'ye bırakarak " Dönebilirsem, üzerinde yeniden çalışır, neşrederiz; dönemezsem, yakarsın" vasiyeti ile teslim eder.
Akif'in Türkiye'de vefatından sonra Yozgatlı Mehmed İhsan Efendi, Akif'in hazırladığı meali yakamamış, üstelik kendi el yazısı ile ikinci bir nüshasını da çıkarmıştır. Akif'in vefatından sonra Türkiye hükümeti tercümeyi elde edebilmek için çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Bunların bütün serencamı M. Ertuğrul Düzdağ'ın Mehmed Âkif Mısır Hayatı ve Kur'ân Meâli kitabında anlatılmaktadır.
Mehmed İhsan Efendi 15 Temmuz 1961 yılına kadar meali kimseye vermez. Soranlara da "yaktım" cevabını verir. Buna karşın hemen herkes "Belki sözü yerini bulsun diye Akif'in bıraktığı evrakı yakmış; fakat daha önce, bir nüsha istinsah ederek saklamıştır" ümidini taşıyordu. Mehmed İhsan Efendi hem orijinal nüshayı saklamış hem de inci gibi rik'a yazısıyla Akif'in tercümesini bir başka deftere geçirmiştir.
Vefatından önce oğlu Ekmeleddin İhsanaoğlu'nu yanına çağırır. Ölürse çalışma masasının sağ üst gözünde bulunan iki tomar defteri yakmasını vasiyet eder. Mehmed İhsan Efendi'in vefatından sonra Mustafa Sabri Efendi'nin oğlu İbrahim Sabri Bey defterlerin derhal yakılmasını ister. Ona göre, eğer bu defterler yakılmazsa Türkiye'de Türkçe Kuran diye ilan edilecek ibadetlerde okunacak ve Mehmet Akif'in korktuğu durum gerçekleşecekti.
Nüshaların yakılma sürecinde İbrahim Sabri Bey'in asabi tutumu yanında Türkiye'de 27 Mayıs 1960 sonrasında Türkçe ibadetin tekrar uygulanmak istenmesinin de payının olduğu söylenir. Ciltli iki nüsha İsmail Hakkı Şengüler'in Abbasiye'de bulunan evinin geniş balkonunda yakılır.
Ekmeleddin İhsanoğlu, Osman Saraç( Emin Saraç'ın ağabeyi), Ali İhsan Okur'la birlikte dört yakma olayının dört şahidinden biri olan İsmail Hakkı Şengüler 1992 yılında mealin yakıldığını açıkladı. Bu yıla kadar Akif'in mealinin bir yerlerde muhafaza edildiğine dair ümit devam etmişti. Şengüler, yukarıda kısaca aktardığımız olayı tafsilatlı bir biçimde 1990-1992 yılları arasında yayınladığı on ciltlik Mehmed Âkif Külliyatının son cildinde yapmıştı. Yakma olayının şahitlerinden Ali İhsan Okur ise bir süre önce "Yanan metindeki hat, İhsan Efendi'nin hattına benziyordu" diyerek mesele hakkında başka ihtimalleri gündeme getirmişti.
Mahya Yayınlarından çıkacak mealin nüshası ise Ezher üniversitesi mezunu Mustafa Runyun'dan geliyor. Latin harfleri ile daktiloda yazılmış olan bu metin mealin üçte birlik kısmından oluşuyor. Görülen o ki mealin başka kişilerde de bir/kaç nüshasının veya aslının bulunabileceği ihtimali dikkate alınmamıştı. Buna rağmen tamamlanan mealin kalan kısımların akıbetin ne olduğu konusu şimdilik bilinmezliğini koruyacak gibi.
Öyle sanıyorum ki bütün bunların hikayesi yayınlanacak olan mealin başında yer alacak bir yazıda ayrıntılı olarak yer alacaktır. Beyazıt'ta düzenlenen Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı' nda Mahya yayınevi yetkililerinden biri ile ayak üstü yaptığım konuşmada söz konusu mealin Hayreddin Karaman, M. Ertuğrul Düzdağ ve Dücane Cündioğlu tarafından incelendiği aktarıldı.
Ramazan ayının sonuna doğru basılacak olan meal "tamamlanmış" metin olmasa da bundan sonraki Akif araştırmaları bakımından yeni yorumlara kapı açması bakımından dikkate değer katkılar sunacaktır.
Tarihi/siyasi değeri olan bu "eksik" meali okuduktan sonra, Kur'an şairi olduğu her fırsatta dile getirilen Mehmet Akif'in Kur'an la münasebetinin başka boyutlarını da düşünmek durumunda kalacağız.
sondevir yazısı
Yılın Kültür Olayı: Akif’in Kur’an Meali’nin Bulunması
HABER
Akif'in çocukluğunun geçtiği evi otopark yaptılar
Mehmet Güler
Zaman 2 Ocak 2013
Vefat etmesinin ardından 76 yıl geçen Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale’deki evinden eser yok. Evin, çevre için tehlike oluşturduğu gerekçesiyle yıkıldığını söyleyen Bayramiç Belediye Başkanı İsmail Sakin Tuncer, aslına uygun bina yapmayı planladıklarını aktarıyor.
İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy, dünyaya gözlerini İstanbul Fatih’te açsa da nüfus cüzdanında doğum yeri Çanakkale’nin Bayramiç ilçesi yazıyor. 76 yıl önce vefat eden milli şairin Türkiye’ye en büyük armağanı İstiklâl Marşı. Ersoy’dan geriye kalan birçok hatıradan biri de Bayramiç’te çocukluk yıllarının geçtiği evdi. Ancak milli şairin evi artık yok.
Kendi ismini taşıyan sokaktaki ev yıkılarak, arsasına otopark yapılmış. Bayramiç Belediye Başkanı İsmail Sakin Tuncer, evin 17 yıl önce çevre için tehlike oluşturduğu gerekçesiyle belediye tarafından yıkıldığını söylüyor. Tuncer, “Mehmet Akif Ersoy, 4 yaşından 12 yaşına kadar ilçemizde yaşamış. Babası, tarihî Taşköprü Camii’nde imamlık yapmış. Doğum yeri de Bayramiç olarak görünüyor. Burada yaşadığı da, ev de tescillendi. Bu ev 1996 senesinde belediye tarafından, tehlike arz ediyor diye izinsiz olarak yıkılmış maalesef.” diyor.
Evin bulunduğu yer kentsel sit alanı içinde olmasına rağmen kaçak olarak yıkıldığını belirten Başkan Tuncer, binayı aslına uygun biçimde yeniden inşa edip müze olarak kullanmak istediklerini ifade ediyor. Mülk sahipleriyle belediye arasındaki davanın devam ettiğini aktaran Tuncer, davanın sonuçlanmasının ardından arsayı kamulaştırıp çalışmalara başlayacaklarını anlatıyor. Akif’in yaşadığı evin Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından da kentsel sit alanı olarak tescil edildiği bilgisini veren Tuncer, “Çanakkale Valiliği’ne müracaat ettim. Buradaki Mehmet Akif evi yıkılmış ama elimizde 20 adet fotoğrafı var, çeşitli cephelerden çekilmiş. Bunu Mehmet Akif’in yaşadığı ev olarak yeniden yapmak ve müze haline dönüştürmek istiyoruz diye meclisten de karar aldık.” diyor. Bu süreçte mülk sahiplerinin kendilerinden bedelinin üç katı para istediğini kaydeden Tuncer, “İstimlak etmek için dava açtık. Gerekli çizimler yapılacak, bina yok çünkü meydanda. Çizimleri, Anıtlar Yüksek Kurulu’na onaylatacağız. Kabulünden sonra ihaleye çıkıp buraya Mehmet Akif Müzesi yapacağız.” diye konuşuyor.
Koruma altında olan ev kaçak şekilde yıkılsa da Ersoy’un anıları halen ilçede yaşıyor. İlçe halkının anlattığına göre babası Taşköprü Camii’nde namaz kıldırırken çoğu zaman Mehmet Akif, cami önündeki köprünün kenarında oturarak onun dışarıya çıkmasını beklemiş. Millî şairin ilçelerinde yaşamasından gurur duyan halk, evin yıkılmasına izin veren yetkililere sitem ediyor. Bu saygısızlığın, evin yeniden inşa edilip müzeye çevrilerek giderilmesini istiyorlar.
YORUM
'Mehmed Akif’in şiirindeki özellikler'
Mehmed Niyazi
Zaman 21 Ocak 2013
Edebiyatımızın sosyal muhtevayı Namık Kemal’le kazanmaya başladığı belirtilmektedir.
Namık Kemal’in eserlerine dikkat edersek, bunlardaki sosyal muhtevanın vatan ve onun korunmasında lüzumlu olan kahramanlıkla sınırlı kaldığını görürüz. Tevfik Fikret de sosyal muhtevaya tamamen bigane değildi; fakat onda bir çeşniden öteye gitmemiştir. Sosyal meselelerimizi edebiyatımızın asıl konusu yapan şüphesiz Mehmed Akif’tir.
Babası Balkanlar’dan gelmiş bir alimdi; buralar uzun zamandan beri yakılıp yıkılmaktaydı; evde anlatılanlar körpe dimağında yer ediyor, onu vatan ve millet konularında hassas duruma getiriyordu. Çocukluk yılları da eskilerin “93 Harbi” dedikleri Osmanlı-Rus savaşının dramlarıyla geçti. Zaten birbirini takip eden harpler ülkeyi harabeye çevirmişti. Bir de bu son savaşın getirdikleri felaketi katmerleştiriyordu. Nereye baksa aç, sefil, hasta, çaresiz görüyor, Allah ona öyle bir yürek nasip etmişti ki “bana ne” diyemiyordu.
Çeşitli memurluklarda hizmet veren Mehmed Akif’in en etkili görevi, ilk mecliste Burdur milletvekili olarak bulunduğu dönemiydi. Milletimizin kaderini değiştirebilecek bir konuda hiçbir zaman bulunmadı. Bunun için “Aczimin giryesidir bence bütün asarım” mısraıyla kendisini ifade etmektedir. “Millet-i merhume” dediği halkımızı harekete geçirmek için onun biricik silahı kalemi, sanatı idi. O, “Sanat sanat içindir” tezinden, sanatın gayesinin bizatihi kendisi olduğunu anlamazdı, aslında anlardı da anlamsız bulurdu. “Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim / İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim” diyerek yazdıklarını kuvvetlendirip vicdanları harekete geçirmek istiyordu. Şiiriyle toplumun derdine çare bulmanın, yani sosyal faydanın peşindeydi. Onun şiiri “Rezail-i içtimaiyyemizi” göstermek esasına dayanıyordu. Küfe, Meyhane, Seyfi Baba, Kocakarı İle Ömer, Mahalle Kahvesi, Köse İmam bu cümleden sayılabilecek şiirlerinden bazılarıdır.
Akif samimi bir insandı; şiirinin, nesrinin, hitabetinin etkisi de buradan gelmektedir. Elbette ki şiiri ve nesri çok güçlüdür; ama unutmamak gerekir ki, başka güçlü kalem erbabları da vardır; yalnız Akif kadar etkili bir sanatkar fani dünyamızdan pek az gelip geçmiştir. Ülkemizde doğan çocuklara verilen adların başında “Mehmed Akif”in gelmesi etkisinin açık delilidir.
Sözün bir başkasına etkisi sınırlıdır; genellikle “güzel söz” deyip geçilir. Fakat ortaya konan bir hayatsa, etkisi başka olur. Bunun için doğru bilinenin yaşanması lazımdır. Akif sadece yazdıklarıyla değil, hayatıyla da şairdir.
Yaşadığı dönemde ceddin yüreğini, ruhunu taşımak milletin selameti için yeterli değildi; Batılı’nın ilmini almamız da gerekiyordu. Fakat o sıradaki Osmanlı aydınları yarım yamalak Fransız materyalizmini tanımışlardı. Din hakkındaki görüşlerini açıkça ifade etmeseler de Batı’nın etkisiyle dinin terakkiye engel olduğuna inanmaktaydılar. Daha önce de Ziya Paşa aynı dertten muzdaripti; “İslâm imiş devlete pâ-bend-i terakkî/ Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı./ Milliyeti nisyân ederek her işimizde/ Efkâr-ı Frenk’e tebaiyyet yeni çıktı.” Akif, “Al ilmini, irfanını” diyerek feryad ederken hayatlarını benimsemezsek, galiplerin ilmini, irfanını alamayız diyorlardı. Dünyamızı cehenneme çeviren matematik, fizik, kimya gibi bilimlerdi. Bunların yaşantıyla ne ilgileri vardı?
Ona göre edebiyatın kökü “edep”ten gelmekteydi. Nitekim edepsizliğin başladığı yerde edebiyatın bittiğine inanırdı. Dolayısıyla edebiyat kökünün özelliklerini mutlaka taşımalıydı.
Edebiyatın milliyeti ve vatanı olduğuna da inanırdı. Bunun için hiçbir ülkenin edebiyatını milletimize mal etmek istemezdi. Fakat bu başka milletlerin edebiyatından faydalanmamak anlamına gelmezdi. Hatta o, her şeyde olduğu gibi edebiyatta da Doğuluların Batılılardan geri kaldığını sık sık vurgular, ileri edebiyatlardan faydalanmamız gerektiğini belirtirdi.
Kanaatince edebiyatta dil de çok önemliydi; bunun için Safahat’inde halkın kendisi konuşmaktadır.
Mehmed Akif hayatını milletine vakfetmiş, onun nabzı olmuş bir şairdir. Şiiri de çökmekte olan bir toplumun, elden kayıp gitmekte olan bir vatanın ağıtıdır.
HABER
Mehmet Akif’in Kur’an meali için sempozyum
Zaman 4 Şubat 2013
Geçtiğimiz yıl bir kısmı bulunan ve Mahya Yayınları tarafından kitaplaştırılan Mehmet Akif Ersoy'a ait Kur’an-ı Kerim meali için 6-7 Nisan'da bir sempozyum düzenleniyor.
Açılış konuşmasını Prof. Dr. Hayrettin Karaman'ın yapacağı etkinlik Başakşehir'deki Çınar Kongre Merkezi ve Zeytinburnu'ndaki Yenikapı Mevlevihanesi olmak üzere iki mekanda gerçekleştirilecek. Prof. Dr. Suat Yıldırım'ın yapacağı kapanış konuşmasıyla sona erecek programı Başakşehir Belediyesi düzenliyor.
HABER
İstiklal Marşı'nın kabulünün 92. yılı
12 Mart 2013
İstiklal Marşı'nın kabulünün 92. yılı dolayısıyla Birinci Meclis'te anma programı düzenlendi.
Ankara Devlet Tiyatrosu (ADT) tarafından İstiklal Marşı'nın kabulünün 92. yıl dönümü ve Mehmet Akif Ersoy'u anma programı çerçevesinde gerçekleştirilen etkinlikte, ADT Sanatçısı Cahit Çağıran'ın yazdığı ve yönettiği oyun sahnelendi.
ADT sanatçılarının yer aldığı oyunda, İstiklal Marşı'nın hangi şartlar altında yazıldığı ve Kurtuluş Savaşı yılları anlatıldı.
'Çanakkale Şehitlerine’nin yazılması'
Mehmed Niyazi
Zaman 25 Mart 2013
1916’nın başlarında Teşkilat-ı Mahsusa, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin Paşa ve oğullarının İngilizlerle dirsek temasında bulunduklarını haber alır.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanı Eşref Bey Müslümanların isyanını silahla değil, nasihatle bastırmanın yolunu seçer. Bunlara sözünün geçeceğini tahmin ettiği bir heyet oluşturmak ister. Teklifini, Şeyh Şerif Salih El Tunusi ve Başbakanlık Müsteşarı Mümtaz Bey kabul eder. “Hani milletin İslam idi? Kavmiyet ne!/ Sarılıp sımsıkı dursaydın ya milliyetine/ “Arnavutluk” ne demek var mı şeriatte yeri?/ Küfür olur, başka değil, kavmini sürmek ileri” mısralarının sahibi Mehmed Akif’in de bu heyette yer almasının çok faydalı olacağına Eşref Bey inanır. İsteğini belirtince Mehmed Akif yürekten evet der. Aralarında Zenci Musa’nın da bulunduğu yirmi beş kaptan Necid çöllerinde onların muhafızlığını yapacaktı. Sultan Reşat’ın Şerif Hüseyin’e gönderdiği hediyeleri alıp Medine’ye gelirler. Birkaç gün sonra, yatsı vakti sıralarında tarihi Uhud’un güneyinde Al-i Ureyt denen Boğaz’dan silah sesleri yükselir. Bu silah seslerinin, iki yüz adım kadar uzaktaki şeriflerin karargahında herhangi bir harekata sebep olmaması Teşkilat-ı Mahsusa’nın Başkanı’nı süphelendirir. Her ihtimale karşı Eşref Bey emrindeki kaptanlara “Hazır ol” emrini verir. Medine Muhafızı Basri Paşa, Eşref Bey’in maiyetindekilerle, Şerif’in kuvvetleri arasında çatışma çıktığını zanneder. Eşref Bey’in emrindekilerin henüz silaha davranmadığını, fakat hazır vaziyette beklediklerini görünce hemen ricada bulunur; “Aman ne olur bir olaya sebebiyet vermeyiniz.” Eşref Bey onu odasına davet eder; “Merak buyurmayınız Paşam; bu silah sesleri benim için muamma değildir. Bunları kimlerin, neden yaptıklarını biliyorum. Bizim tarafımızdan hiçbir mukabele olmayacaktır; çünkü bu silah seslerinin sahipleri hiçbir zaman meydana çıkmayacaklardır.”
Hazırlanmış muhafızların arasında Mehmed Akif’i görünce Eşref Bey şaşırır; ünlü şair mavzerini eline almış, fişekliğini beline takmıştı. “Hayrola Üstad! Telaşlanmayınız. Emin olunuz ki bu blöftür. Biz gerekeni yaparız. Siz rahatsız olmayınız. “Akif gayet sakin olarak şu cevabı verir: “Eşref Beyciğim, ben değil zat-ı aliniz telaşlandınız. Siz mücadeleye mecbur kalınız, ben burada oturayım. Öyle şey olur mu? Anca beraber, kanca beraber. Rica ederim, beni arkadaşlığın hiçbir vazifesinden uzak bırakmayınız.” Çöllerde yol almaya başlarlar. Şeyh Şerif Salih el Tunusi kalp hastasıydı. Mümtaz Bey, bir kum fırtınasında hastalanmış, sağ gözünü açamıyordu. Bir tek Mehmed Akif çöl iklimine adeta meydan okuyordu. Eşref Bey’in emireri, iki metre on santim boyundaki Zenci Musa ile ok atıyor; onunla güreşiyordu. Bu arada “Safahat”ın unutulmaz bölümü olan “Necid Çölleri”nin ruhi hazırlığını yapıyordu.
Teyme köyüne geldiler; burada bir su kuyusu vardı. Mümtaz Bey’in bir gözü haraptı; Şeyh Şerif Salih el Tunusi ihtiyardı; buradan öteye gidecek takati yoktu; Eşref Bey günlerden beri merkezden kopuk olduğu için tedirgindi; yanına Reşid el-Huteymi’yi alarak yola devam etti; arkadaşlarını El-Muazzam istasyonunda bekleyecekti. Durumu oradan Medine’deki Fahrettin Paşa’ya bildiren Eşref Bey sedire uzandı. Biraz sonra İzzet Efendi kapıya vurdu; “Beyefendi, lütfen hemen geliniz. İstanbul’dan Harbiye Nezareti’nden bekliyorlar.” Eşref Bey reseptörün başına geçti; karşısında Enver Paşa vardı; Çanakkale Savaşı’nı anlatarak zaferi müjdeledi. Eşref Bey aylardan beri M. Akif’in merakını biliyordu. Her fırsatta; “Eşref Bey, bu müttefikler boğazı aşabilir mi?” diye soruyor, aynı endişeyi Eşref Bey de duyuyordu; fakat Akif’e moral vermek için; “Geçemezler üstadım” diyordu. Akif de onu doğrulardı; “İstanbul’un fethi, bir İlahi tebşirin neticesi idi. İstanbul Türk’ün kalacaktır.”
Bu haberden yarım saat önce Reşit el-Huteymi, Akif’leri almaya gitmiş, Eşref Bey sevincini gökteki yıldızlarla paylaşmak zorunda kalmıştı. Nihayet kafile öğleye doğru ufukta görünür. Eşref Bey, Akif’i kucaklar; müjdeyi verir: “Üstad… Aziz Üstad. Hayatımın en büyük müjdesini vereyim, bana bu saadeti bahşeden Cenab-ı Hakk’a nasıl şükredeceğimi bilmiyorum. Çanakkale’de zaferi kazandık.” Akif bir süre sükut kesilir, donup kalmıştır. Eşref Bey inandırmak ihtiyacını duyarak; “Müjdeyi bizzat Enver Paşa’dan aldım.” der. Akif, dostunun boynuna sarılır, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. El Muazzam istasyonu bayram yerine dönmüştü. Akif, o müjdeli günde yazmaya başladığı abidevi eserini şu mısralarla bitirecekti: “Ey şehidoğlu şehit, isteme benden makber/ Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.”