Dünya ülkeleri arasında, savunma sanayinde en fazla harcamaları yapan; 10 binden fazla, nükleer başlığı bulunan; iletişim teknolojisinde gelişmiş uzaydaki binlerce uydusuyla, istediği anda, istediği yeri rahatça gözetleyip dinleyen; bunun yanında, 1 milyon 200 bin kişilik ordu personelinin, 800 bin kişilik personelini, dünyanın değişik ülkelerine konumlandıran bir ülkeden söz ediyoruz. Böyle bir ülkenin kuruluş bayramı kutlamalarına, resmi sıfatı olmayan, içerden çıkmış sabıkalı birini; en üst düzeyde katılımcılarla beraber ağırlayıp, en özel görüşmeler yapması, size acayip gelmez mi? Ve doğal olarak, bu görüşmeler sonucunda; içerden çıkmış sabıkalı kişinin, hızla sabıka kayıtlarının belli ellerde toplanması, toplanan bu kayıtlarının belli ellerde tutularak, kendisine karşı bazı amaçlar doğrultusunda tehdit unsuru olarak kullanıldığını, kendisinin de bunlara karşı verdiği tavizlerle; bireysel olarak kendisi, ikbal basamaklarını çıkarken; ülkemizin, bölgemizin ve insanlığın zararına, hangi tavizleri verdiğini hiç düşündünüz mü? Şimdi, bazı hurafeciler sivrilip: “Efendim, dedikleriniz doğru olabilir; ancak, her şey karşılıklıdır. Verdiği tavizler kadar, aldıkları da olmuştur” dediklerini, duyar gibiyim. Hiçbir birikimi ve yeteneği olmayan bir insanın; yukarıda belirttiğim özelliklere sahip bir ülkeden, hangi tavizi, nasıl alacak? Böyle bir yaptırım gücü var mı? Elbette ki yok! Hurafeciler, hipnoz uykusunda olsa da; biz, aklın, apaçıklık ilkesiyle düşünüyoruz…
17 Ocak 2003 tarihli Star gazetesinde, Hayrullah MAHMUT imzalı habere göre; 3 Kasım 2002 seçimlerinden bir gün sonra; yani 4 Kasım sabahı, Tayyip ERDOĞAN Amerika savunma bakanı yardımcısı, Paul WOLFOWİTZ'e mektup yazarak; kendisini başbakan yapması için ricada bulunuyor ve en iyi şekilde çalışabileceklerini taahhüt ediyor...
Hatırlayacağınız gibi, 3 Kasım 2002'de, AKP Genel Başkanı Abdullah GÜL'dü. Yani Cumhurbaşkanı SEZER ve Genelkurmay Başkanı ÖZKÖK, Başbakan adayı olarak Abdullah GÜL'ü ağırlamak yerine; devlet teamüllerine ve Anayasaya aykırı şekilde, hiçbir sıfatı olmayan Tayyip ERDOĞAN'ı, Başbakanmış gibi kabul ettiler. O tarihte, Amerika’nın Türkiye Büyükelçisi olan Robert PEARSON, gerekli kişi ve kurumları ziyaret ederek, Tayyip ERDOĞAN’ın Başbakan olması için, ikna çalışmalarında bulundu. Ve her nedense, ziyaret ettiği tüm kişi ve kuruluşlar ikna oldular. Robert PEARSON’la yapılan bu görüşmeler sonrasında, Anayasa ve Yüksek Seçim Kurulu ilkeleri ihlal edilerek ve tüm ilgili kanunlar çiğnenerek, Siirt seçimleri iptal edildi. “Halkı Kin ve Düşmanlığa” teşvik etmek suçundan ceza alan, bölücü sabıkalı Tayyip’in siyasi yasağı; CHP’nin de desteğiyle Anayasa’da yapılan “hukuksuz bir şekilde kişiye özel” değişiklikle 26 Aralık 2002′de kaldırıldı ve Tayyip’in önü açıldı. Ancak, 3 Kasım 2002 seçimlerinde, Tayyip ERDOĞAN’ın seçilme hakkı olmadığından ve 2003 Mart ayında, Siirt’te yapılan seçim: “Yeni bir seçim değil, yinelenen bir seçim” olduğundan, 3 Kasım 2002’deki hukuki durum geçerlidir ve Tayyip bu seçimlerde aday olamazdı. Okuduğunuz gibi, hem dönemin Cumhurbaşkanı, hem CHP yolun açılmasında yardımcı olmalarının yanında, hukuk da altüst edilirken ilgili yargı organı devreye girmedi ve Türkiye, “Sömürgecilerin” emir ve talimatlarına teslim edildi…
İkbal basamakları çıkışını, kısaca bu şekilde özetlediğimiz ERDOĞAN; Başbakan olduktan sonra, 31 Mart 2003'te, Wall Street Journal'da yayınlanan ve bizzat kendisinin yazdığı makalede: "Cesur, genç erkek ve kadınların, en az kayıpla eve dönmeleri için; size, umutla dua ediyorum!" diyerek, Amerika askerlerine dua etti… Bu makaleden 3 hafta sonra; 21 Nisan 2003 tarihli, Washington Post'ta yayımlanan: 'Ortak stratejik gelecek' isimli bir başka makalesinde, yine Tayyip ERDOĞAN şöyle yazdı: "Türk halkının yüzde 94'ünün, Irak'a açılacak savaşa karşı olmasına rağmen, müttefik kuvvetlerin Irak'a girerken Türk hava sahasını kullanması için, hükümetim meclisten onay çıkarabildi." Görüldüğü gibi, Tayyip ERDOĞAN, Türk halkının iradesine rağmen iş yaparak, stratejik ortaklığını kanıtlamaya çalışıyor… Tayyip ERDOĞAN, bireysel çıkarlarını, sömürgecilerin amaçlarıyla birleştirirken; yaptığı açıklamalara hiç dikkat etmiyor; itiraflarını, çekinmeden sıralıyordu. *1
Tayyip ERDOĞAN, 32 ayrı konuşmasında, Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanı olduğunu yinelemekte hiçbir sakınca görmedi… *2
19 Mart 2003 tarihinde Amerika’nın Irak’ı işgal etmesiyle beraber, Türkiye’nin hava sahası geçişlere açılırken; dönemin dışişleri bakanı Abdullah GÜL, 1 Nisan 2003’te gerekçesini: "Biz, ABD, İsrail ve İngiltere’den oluşan savaş ittifakının bir parçasıyız…" şeklinde açıkladı. Aynı Abdullah GÜL; Vatan gazetesinden Sedat SERTOĞLU'na, 24 Mayıs 2003 tarihinde, dönemin Dışişleri bakanı olarak yaptığı bir başka açıklamada: "Şimdi, senin oturduğun koltukta (Eliyle koltuğa vurarak) ABD dışişleri bakanı POWELL oturuyordu. Onunla, 2 sayfa 9 maddelik bir plan üzerinde anlaştık. Ama ben, her yaptığımı kalkıp açıklayamam ki... POWELL, Suriye'ye giderken de benimle konuştu. Gizli olan bir sürü gelişme var." diye konuştu… Abdullah GÜL, 14 Mart 2006 yılında, AKP'nin Kızılcahamam kampında düzenlediği basın toplantısında da şöyle dedi: "BOP içinde, ABD ile birlikte hareket ediyoruz." *3
Ve yine 15 Mayıs 2006 tarihli Takvim gazetesine açıklamalarda bulunan Abdullah GÜL: “Dünya barışı için, son 50 senede, dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda etmişlerdir” dedi... *4
BOP içinde, ABD ile birlikte hareket eden ve “Amerikalılar, dünya barışı için çocuklarını feda etti” diyen o dışişleri bakanı; daha sonra Cumhurbaşkanı oldu… Peki, Abdullah GÜL: “Dünya barışı için, son 50 senede, dünyada en çok Amerikalılar, kendi çocuklarını feda etmişlerdir” derken; Amerika’nın, sistematik soy kırıma, Kızılderilileri öldürerek başladığını ve bu soy kırıma, 15. Yüzyılda başlayıp 19. Yüzyılın sonlarına kadar devam ettiğini; bilmiyor muydu? Amerika’nın, 1898’de, Meksika’yı işgal ettiğini ve aynı yıl Küba’ya girdiğini; bilmiyor muydu? Amerika’nın, 1. Dünya savaşından sonra, Nikaragua’yı işgal ettiğini ve 40 yıl gibi uzun bir süre devam eden bu işgalde, kanlı iç karışıklıklar yaşattığını; bilmiyor muydu? Amerika’nın, 2. Dünya savaşında, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atarak 250 bin insanın ölümüne, milyonlarca insanın sakat kalmasına, gelecek nesillerden de sakat doğumlara yol açtığını bilmiyor muydu? Amerika’nın, 1954’te, binlerce Guatemalalıyı; 1956-59 yılları arasında, 60 bin Kübalıyı öldürdüğünü; 1965 yılında Endonezya’da, 1 milyon insanı öldürdüğünü; bilmiyor muydu? Abdullah GÜL: “Dünya barışı için, son 50 senede, dünyada en çok Amerikalılar, kendi çocuklarını feda etmişlerdir” derken; Amerika’nın, 1965 yılında, Dominik’e hava saldırısı düzenleyerek 10 bin insanı öldürdüğünü; bilmiyor muydu? Amerika’nın, 1975 yılında, Vietnam’dan defolurken, arkasında milyonlarca ölü ve sakat bıraktığını ve bu kanlı eylemlerini, kişi başına 5 bomba atarak yaptığını; bilmiyor muydu? Amerika’nın, 1970-75 yılları arasında, Kamboçya, Laos, Şili ve Arjantin’de, kanlı iç karışıklıklar çıkararak binlerce insanın hayatını söndürdüğünü; 1983 yılında, Lübnan ve Grenada’yı işgal ettiğini; bilmiyor muydu? Amerika’nın, 1986 yılında, uluslara arası haydutluk örneği sergileyerek, Libya’yı bombaladığını; 1991 yılında, Irak’a bomba yağdırarak ve uzun süre geniş ambargo uygulatarak, milyonlarca Iraklıyı öldürürken, milyonlarcasını da açlık ve ilaçsızlıkla kıvrandırdığını; bilmiyor muydu? Abdullah GÜL: “Dünya barışı için, son 50 senede, dünyada en çok Amerikalılar, kendi çocuklarını feda etmişlerdir” derken; 1946-1975 yılları arasında, dünyanın değişik ülkelerinde, 215 kanlı iç karışıklı çıkardığını, bilmiyor muydu? Bilmiyorsa, neden Dışişleri bakanı ve Cumhurbaşkanı oldu? Öyle ya; dinimize göre her işi, bilenin yapması gerekiyor. Ama söz konusu hurafecilik olunca, elbette Amerika seviciliğinde sınır olmaz... *5