Toplum içinde yaşamak zorunda olduğumuz için cemiyet insan varlığının yuvasıdır. Orada üslenir, orada hayata tutunuruz, cemiyetin dışında bizler için önce can sıkıntısı, sonra ölüm ve gözyaşı gelir. Bu sebeple milliyetçilik her toplumda az veya çok karşılığı olan en dinamik ideoloji haline gelmiştir.
Türkiye’de yaşayan bir Alman ile karşılaşmıştık, Türkiye’ye yerleşmiş ve Türk vatandaşı da olmuş olan % 100 Alman arkadaşımıza bir gün seçimde hangi partiye oy vereceğine dair bir soru sorduk. Bizimkisi öncelikle Türk vatandaşı olmuş bir Alman’ın Türkiye’de hangi partiye oy vereceğine yönelik önü alınamaz bir meraktan kaynaklanıyordu. Cevabı önce bizi şaşırttı, ancak izahını dinleyince hak vermemek elde değildi.
Bizim Alman asıllı Türk vatandaşı MHP’ye oy vermişti. Sebebini de “Türkiye’de yaşıyorum, istikbalimi ve emniyetimi Türk devletine emanet ettim. Milliyetçilerin önceliği kendi toplumlarının istikbal ve güvenliğidir. Bu sebeple milliyetçi bir partiye oy verdim.” şeklinde izah etmişti.
Toplum içinde yaşayan insanın az veya çok kendisini içinde yaşadığı toplum ile aynileştirmek, kendi çıkarının da o toplumun çıkarına uygun olduğunu kabul etmek zorunda olduğu sosyolojik bir olgudur. İşte bu karşı konulmaz illiyet, milliyetçiliğin toplumsal karşılığının en önemli göstergesi olmuştur.
Türkiye’de insanlara kendilerini nasıl tanımladıkları sorulduğunda yapılan araştırmalarda oranlar değişse bile her zaman % 50’nin üstünde milliyetçi bir tanımlama ile karşılaşıyoruz. Ancak, tam bu noktada milliyetçilikten ne anlaşıldığı sorunsalı karşımıza çıkıyor.
Suyun içinde yaşayan balığın suyu sevdiği gibi biz Türklerde toplumumuzu ve bu toplumun yaşam tarzını seviyoruz, duygusal olarak bu yaşam tarzına ve Türk kimliğine bağlılık hissediyoruz. Ancak, sevdiğimiz milliyetimizin istikbali ve güvenliği için milliyetçi ideolojinin içini doldurmakta başarılı olduğumuz pek söylenemez.
Bu sebeple sürpriz gelişmelerle karşılaştığımızda sudan çıkmış balığa dönüyoruz.
İki türlü milliyetçi yaklaşımdan bahsedebiliriz; bunlardan birincisi duygusal anlamda bağlılık içeren “duygusal milliyetçilik”, ikincisi ise milliyetçi düşünce, hal, hareket, eylem, tavır, tutum, çözüm ve öngörüleri içeren “fikri milliyetçilik”tir.
Duygusal Milliyetçiliğin toplumsal karşılığı çoktur, ama içi boştur. Kuvvetli ve sürekli toplumsal bir refleks içermez, yaşanılan duygusal doyum insanlar üzerinde bir nevi narkoz etkisi yapar. Fikri milliyetçilik ise bir nevi fikir çilesi ile yoğrulan içi dolu, toplumsal refleksleri kuvvetli tutan milliyetçiliktir.
Bu sebeple genellikle insanımız “dombıra”yı veya “Türkiyem” türkülerini dinleyerek AKP’ye oy verir, ama bu dinletileri önlerine sunan anlayışın düne kadar “Türkiyem” parçasını yasakladığını, Arif Nihat ASYA’nın “Bayrak” şiirini milli eğitim müfredatından çıkarttığını, milliyetçiliği ayaklar altına aldığını fark etmez.
Ancak, fark eşiğine gelene kadar… İşte o zamanda “Türk’ün aklı sonradan başına gelmiş…” olur.
Bu problemden kurtulmanın yolu cehaletten kurtulmaktan geçiyor. Bu gerçeği çok iyi bilen rahmetli Başbuğ “Türk milletinin en büyük düşmanı cehalettir.” sözünü boşuna sarf etmemiştir.
Başbuğ ve kurduğu milliyetçi hareket gençliğe yönelmiş, gençliğin zihnini doldurarak, zihni bir bereket ortamı oluşturulmasına hizmet etmiş ve Türk milletinin sinir uçları olarak ülkücü hareketi vücuda getirmişti.
Fikri yani düşünsel milliyetçilikle desteklenmediği sürece duygusal milliyetçilik bizi sahte milliyetçilerin eline teslim eder.
Son 18 yılda ülkü ocakları tarafından, toplumsal katılım içeren şenlikler ve milliyetçi sivil toplum teşkilatlarının göz ardı edilmesini ancak, milliyetçi düşünceye yapılan suikast olarak izah edebiliriz.
Bu suikastı son buldurmalı, milletin hem gönlüne hem beynine girmeliyiz.