Eğer…

Bizdeki bilim adamlarının çoğu, akademiyle siyasetin, bilimle ideolojinin, dinle laikliğin ortasında bir yerlerde kalmışlardır.  

     Batılı bilim adamı, özel hayatında ne yaparsa yapsın mesleğini askeri bir laiklik disiplini içinde icra eder. "İnşallaha - Maşallah"a bakmaz. Ona göre, haşa Allah "kerim" değildir. 

     Batıdakiler, İslam'a mahsus bir tevekkülden zaten yoksundur. Pozitivistler, kaderden kazadan da anlamazlar. En fazla rasyonel bir felsefi disipline bağlı olabilirler. Çünkü bilimin bin yıl süren "kilise skolastiğinden" kurtulduktan sonra başladığının bilincindedirler.

     Rönesans, reform, aydınlanma filan… Batıdaki modern bilimin mevcudiyet sebebidir.

     Bizde öyle olmamıştır. Dinimiz farklıdır. Tarih farklı yaşanmıştır. Onun için de Türk bilim adamlarından laik disipline saygılı bir kişilik beklentisi içinde olamayız.

     Kolej kökenli bilim adamları bu seküler disiplinin kalkınmadaki önemini bilirler. Biraz da taklit yoluyla bilim adamı oldukları için bodoslama bir laikliği, batıdaki seküler disiplinin yerine koyabilirler; ancak onlar da "entel takıldıkları" ve halka saygısız oldukları için topluma fazla bir şey veremezler.

      Bir de imanını elinde sımsıkı tutarak sağa sola, kızlara filan pek bakmadan cemiyet cemaat dayanışması içinde yüksek tahsil yapmış hocalar vardır. Bunlar Fizikçi de olsalar, Siyaset Bilimci de olsalar, Boğaziçili de olsalar, biraz "İlahiyatçı gibi"dirler.

     İmanlarını muhafaza etmek için genç yaşta adeta "ihrama girerken" destek aldıkları cemaat eğer Türkiye'nin Laik rejimini değiştirmek gibi bir dava güdüyorsa bu hocalar 40'ından sonra politize olabilirler. Yepyeni bir rolün ve statünün içinde yer alabilirler. Sonra da siyaset, onları kendi mecrasına alır ve tamamen tanınmaz bir hale getirebilir.

     Sözü çiçeği burnunda Başbakan Ahmet Davutoğlu'na getirmeye çalışıyorum. 1998-2002 yılları arasında, yani daha AKP kurulmadan önce Harp Akademilerinde misafir öğretim üyesi olarak kurmay adaylarına "Osmanlı'yı" anlatan, bu arada kaleme aldığı "Stratejik Derinlik" kitabını 2001'de baskıya veren "Konyar Yörüğü" Davutoğlu'na…

     Onun tel örgünün içinde hocalık yaptığı 1998-2002 yılları tam da 28 Şubat 1997'den sonrasına denk geliyor. İlginç değil mi? Askerlerin ordudaki eşi başörtülü subayları tasfiye ettikleri günlerde, eşi ve kızı başörtülü bir Profesör çok stratejik bir askeri eğitim kurumunda kürsüye çıkıyor. 

     Bunun "üç buçuk" anlamı olabilir:

     1- Batı Çalışma Grubu, bazı subayları sadece eşi başörtülü olduğu için değil, mürid-mürşit ilişkileri nedeniyle, yani disiplinsiz oldukları için tasfiye etmiştir. Eğer öyleyse konu burada kapanır.

     2- Aslında "disiplinsiz" olan Batı Çalışma Grubudur. Cunta, gücünün yettiğini tasfiye etmiştir. Bu da anlaşılır bir "kapak"tır.

     3- İnkılapçı ideolojik vesayet sorumluluğundan ve soğuk savaş sonrasında Atlantik ötesinden Doğu Avrupa'ya yayılan liberal değişim baskısından bunalan askerler, Davutoğlu'nda sıradan dindarlarda olmayan makul bir revizyon kabiliyeti bulmuşlar ve 70'te Doğan Avcıoğlu'nu, 80'de Şerafettin Turan'ı dinledikleri gibi onu "can kulağıyla" dinlemişlerdir.

     4- Yarım anlam ise, askerler de siviller de teröristler de "stratejik derinlik" tezgâhının içindedir!.. başından beri her şey "bilinenden daha derin" bir kaide üzerinde yürüyüp gitmektedir.

     "Buçuk" diyorum; çünkü Reha Muhtar gibi sadece Davutoğlu'nun biyografisine bakarak, "ılımlı İslam projesinin Harbiye'de itibar görmüş olabileceğini" veya onlarca generalin uydurma darbe masallarıyla 4'er yıl hapiste yatırıldığını düşünmek, "buçuktan da düşük" bir anlamlandırma olur.

      Bu düşünce bizi, olan biten her şeyin korkunç bir rüya olduğuna ve bu kâbustan bir gün fırlayarak uyanacağımıza inanmak kadar rahatlatır.

     Ancak önümüzde bu düşüncenin, böyle bir rehavetin "şeytani" olduğuna dair sayısız belirti vardır. O yüzden biz "stratejik derinliğin" görebildiğimiz "köşeli" kısımlarıyla ilgilenmeye ve gördüğümüz yanlışları, milli perspektifle dile getirmeye devam edeceğiz.

     Eğer Almanya, "1976'dan beri dinliyorduk. 2000'lerde ses kesildi!" deseydi… 

     Eğer İngiltere, "epeydir bizim James Bondlar da eli boş dönüyor!" diyebilseydi…

     Eğer ABD, "çuvalı geçirdik ama pişmanız azizim; alın şu Kerkük'ü!.." demiş olsaydı…

     Eğer bayraklarımız inip de asker katillerinin heykelleri, milli hâkimiyet alanlarımıza dikilmeseydi...

     Eğer… Davutoğlu, Erdoğan, Efgan Ala, Hakan Fidan… İkide bir orta sahadan gol yemeseydi… 

     Bir "defans derinliğimiz olduğuna" ancak o zaman inanabilirdik!