Epey oldu Harşit işine ara vereli, iş güç oluyor işte canlar, kısmet şimdiye imiş.
Hani dediydim ya, "Harşit'in can yanını da yazarım bir ara", işte o ara şimdi.
Ortamektepten sonra liseye giderken Harşit'e bir bakıma "abone" olduk yaşdaşlarımızla.
Derenin kenarlarında o zaman çok da "duvar" yok idi, bazı bahçeçiler iltimasla duvar yaptırmıştı, o kadar.
Derenin iki yanında da kırık taşlar, kaya parçaları vardı, öyle "kırık" deyip geçmemek gerek.
Bu taşların aralarına "balıklar" yavru bırakırdı, yuvaları o kırık taşların araları idi. Üstüne o taşlara yapışan küçücük canlıları yiyerek hayatta kalıyordu bu balıklar.
Hani "balıklar" deyince, "acaba kaç çeşit balık varmış" diyecekler olur, haklılar.
Harşit'te yalınız "bir balık" olurdu o zamanlar, şimdilerde Harşit'te yaşamamakla birlikte, çok balık töremiş memlekette.
1817-19 yıllarında Gümüşhane'den geçen Tırabzonlu Pepe, Gümüşhane "bahçelerinin" Koroş Dağının eteğinden başladığını yazar, sonra Harşit'e geçer:
"Bu suda halkın "sari" dediği bir balık vardır" der.
Ah "sari" ah, az mı peşine koştuk, az mı taş altlarına elimizi soktuk seni tutmak için.
Taşların arasına elimizi sokar, balığı veya balık sandığımız şeyi kafasından sıkar ve çıkarırdık.
Bir gün, mahallemizin en iyi "sari" tutanı "Gandaz", elini yuvaya soktu, çek ha çek, balık gelmiyor, çek ha çek, nihayet elinde balık sandığı "yavru" ile göründü.
Yavru da ne yavru, altı bembeyaz, sırtı ala kara kocaman bir su yılanı, vay anam vay, kaldırdı vurdu suya.
Pepe'nin "sari" dediği, aslında "sazan", ama bizimki ufaktır pis sulardakilerine göre. Tertemiz olur (idi), altı "sarı" olduğu için de, eskiler bizim oranın ağzıyla "sari" der imişler demek ki.
Çok leziz olur bu "sari" sazan.
1869 yılında Gümüşhane'den geçen bir Fıransız araştırmacı, iki at yükü "elma çubuğu" aldığını yazar, Fıransa'da elma ağaçlarını aşılamak için. Sanırım dünyaca ünlü Fıransız şaraplarının bir de Gümüşhaneli kökü var.
Fıransız, bir de Harşit'e değinir:
Bu derenin burada yaşayan insanların her şeyi olduğunu der ve ekler:
"Derenin kenarlarına söğüt ağaçları ekilmiş, bu söğütler suyun bahçeleri basmasını önlüyor, ama söğütlerin altına sular girdiği için suya doğru yatmış gibidirler" der söğütler için.
Dahası şu ki, bu söğütler bahçelere doğru da eğilir az olsa bile, yaz aylarında öyle güzel serin olur ki altları, hani demek gibi olmasın, "tam oruç basılacak yerlerdir". :)
Söğütlerin altına çekersin bağdaşı, iki domates, az peynir, bir de taze pide aldın mı tamam, nasıl olsa gören yok (?), ye gitsin.
Hani "milleti oruç yemeye mi teşvik ediyorsun" diyenleri duyar gibiyim, ben öyle bir şey demem, amma yiyene de tutana da karışmam, ikisine de pide alır çorba ısmarlarım evelallah.
Tabii Harşit'in suladığı elmalar, armutlar, zerdaliler, fişneler, ayvalar, daha neler var neler.
Bir de bu suda "çimen" bizim gibi fukara uşaklar.
Sanırım Gümüşhaneli olup da ve kasabada yaşayıp da Harşit'te çimmeyen yoktur.
Benim arkadaşlarımla çimdiğim belli yer var idi: Allah gani rahmetler ihsan etsin, Karakellezade Vehbi amcamın konak ve bahçelerinin sonunda büyükçe bir kaya ve bu kayanın dibinde birikmiş derince bir yer. Burası bizim yerimiz idi.
Birkaç sefer, oradan az aşağıda, kesimhanenin karşısına gittik, burada da iyi bir su birikintisi vardı.
Suyun tam karşısında, bahçenin suya bitiştiği yerde öyle bol "böğürtlen" var idi ki, akıl durur.
Amma, biz böğürtlenlerin yanına bile gidemiyorduk. Çünkü, kesimhaneden çıkan hayvan artıkları için orayı bir "yavru (yılan)" yurt tutmuştu, biz korkudan yanaşamıyoruz tabii.
Bir gün bir günah işledik ve "yavru" daha gelmedi, o gün bugün üzülürüm de, faydası yok, akıl tam başa gelmemiş diyeyim.
Harşit'te çok da fıkralık işlerimiz oldu ya, burada yazamam, başbaşa sohbet olursa anlatırım, eyvallah.
Gönlünüz geniş ola, Hakk'a yanaşık ola, eliniz bol ola.
Eli bol olanın, kesesi de dolu olur.
Selahattin Tozlu