Anarşinin iç savaşa dönmek üzere olduğu 1978 acı yıllar. Gümüşhane eğitim enstitüsü son sınıftayım. Gümüşhane'de sağ, sol gurupların elinde kurtarılmış bölgeler var. Öğrenci yurtları ve kahvelerde toplu halde oturuyorlar, caddeleri kontrol altında tutuyorlar, karşı görüşten birisini gördükleri an saldırıyorlardı.  Ecevit hükümetinin toplayarak getirdiği yabancı solcu öğrencilerin dışında hemen hemen herkes birbirini tanıyordu. Ana caddede karakolun karşısında Gül palas kıraathanesi sınırımız. Rahmetli Faik amcayla üç oğlu otelle girişteki çay ocağını çalıştırıyorlar. Sevgili kardeşim Cevat Nas babası ve iki kardeşi her gün, gece gündüz namlunun ucundalar. Bizde belli arkadaşlar hemen hemen her gün kahvede oluyoruz. Hasan bey tarafına solcuları geçirmiyor, yukarı ana çarşıya da biz giremiyoruz. Olaysız gün geçmiyordu. Kahvenin tam karşısında polis karakolu vardı. Polislerin sağcı solcu hangi taraftan olduğunu biliyoruz, solcuysa Polderli, sağcıysa Polbirli. Olaylarda kim yakalanırsa nezarette. Akşama doğru Gül palasta arkadaşlar birbirlerine sorardık, 
-"bugün gece nezarette kim var peynir ekmek götürüldü mü, aç kalmasınlar".
İstanbul'dan  bir arkadaşım memleketine gezmeye gelmiş. Gül Palasta sohbet ettik, solcuların hakim olduğu ana caddede işim var dedi. 
-"Hepsi beni tanıyor, caddeyi çıkamayız",  dedim ama arkadaşımı yalnız bırakmayayım diye onunla gittim. Bizi görünce caddenin sağını solunu, arkamızı solcu guruplar sardılar. Belki yüz kişinin ortalarından yürüyoruz. Pazar yeri caddesi bizim kontrolümüzde, oraya çıka bilirsek kazasız belasız atlatacağız. İki cadde arasında bağlantıyı yapan geniş merdivenler var. Merdivenlere gelmek üzere idik ki üstümüze çullandılar. Arkadaşımla  kalabalık solcu gurupların içinde kaybolduk. Boğuşuyoruz gurubun elinde kurtuldum, birkaç merdiven koşarak elimizde olan pazar çarşısına çıktım. Geriye dönüp baktım maalesef arkadaşım çıkamamış hala boğuşuyordu. Onu kurtarmak için tekrar geri döndüm. Kalabalık gurubun içine daldım,  düştüğü yerden ayağa kaldırdım, demir çubuklar sırtımıza inip kalkıyor, boğuşarak merdivenlere doğru yaklaştık, arkadaşım kurtuldu ben ortalarında kaldım. Gücüm kalmadı, sırtımı yaslayayım aldığım darbeleri azaltayım diye yan duvara doğru ilerledim, kafam yüzüm kanlar içindeydi, yumruk atacak halimde kalmadı. Gözlerim kör olmasın diye kafamı ellerim arasına aldım, dizlerimin üzerine duvarın dibine çöktüm. Bana vurabilmek için birbirlerini itip kakıyorlardı,  darbelerin hızı düşüyordu. Sadece bana vuranların ayaklarını görebiliyordum. Çıkış yoktu, içlerinden birisi " geri açılın" diye bağırdı, gurup geriye doğru açıldı, yüzünü gördüğüm genç, basket atacakmış gibi havaya zıpladı elindeki demir çubuğu kafama indirdi. Kendime geldiğimde hastanede kafama dikiş atıyorlardı. Kaç dikiş attılar bilmiyorum, eve geldiğimde elbisem kurumuş kanlar içerisindeydi. Kız kardeşim yıllarca üzerimdeki o eşofmanı sakladı. Üç dört gün yatağa yüz üstü yattım, sırtıma o kadar darbe almışım ki, ağrılardan sırtımın üzerine günlerce yatamadım. Demir çubukların yerleri belliydi. Bir hafta sonra başımda sargı var, gurup halinde okula gidiyoruz. İki tarafında tek başına okula gitme lüksü yok, guruplar halinde gidip geliyoruz.  Okulun bahçesinde bekleşen sol gurubun yanından, sadece ülkücülerin olduğu ikinci sınıfımızın bulunduğu arka binaya geçiyoruz. Arada jandarmalar var. Başıma vuran genç yüksek sesle, beni gösterip, 
-"bakın arkadaşlar bu faşonun başındaki pamuğu ben ektim" diye bağırdı.
bende ona döndüm, 
-" bende bir deftere yazdım" dedim.
Şikayetçi olmadım, kendi işimi kendim göreceğim, her gün onu kolluyorum. İki üç ay sonra ülkücü gurupla okuldan çarşıya giderken, içlerinde kafama vuran gencin de olduğu beş altı kişi solcuyla karşılaştık. Yanımızdan geçerlerken etraflarını sardık. Allah işte fırsat verdimi veriyor. Gurubumuzun içinde kalan gencin  sırtını göğsüme alarak, iki kolumu koltuk altından geçirip, ensesinden ellerimi birbirine kavuşturdum. Buna deve yuları derler, iki kolunda sağa sola açık askıda kalır hareket ettiremezsiniz. Elinde taşla yumruk yapan arkadaşlarım, gence vurmaya başladılar. Çocuğun yüzü dağıldı, kan revan içerisinde kaldı, kulağına 
-"hayırlı olsun seninkisi pamuk tarlası oldu" dedim. Ayakta duramayan çocuğu bırakıp kaçtık. Genci hastaneye kaldırmışlar, Gümüşhaneli değildi, memleketine götürmüşler, epeyi hasta hanede yatmış. Sonra okula dönüp diplomasını alıp öğretmen olmuş. Nasıl bir psikoloji Allah'ım, hiç tanımadığım biriyle birbirimize cinayet boyutuna gelen davranışlar içerisindeyiz. Sadece karşı guruplar içerisinde gördüğümüz, adını bile bilmediğimiz,  görüşlerimiz ayrı diye birbirimize yaptıklarımıza bakın. Nasıl düşman haline getirilmişiz. Bir daha da hayatta hiç karşılaşmadık. Birbirimizi  anlamadık bile, konuşamadık ki anlayalım. Konuşabilseydik eğer birbirimizden çokta farklı düşünmediğimiz görecektik. Hepimiz ya köylü, ya memur çocuğuyduk. Ailelerimiz saçımızın teline kıyarlar mıydı. Bizler bu hale nasıl gelmiştik Yarabbi. Baş çeken siyasiler konuşmalarına çok dikkat etmeliler. Ötekileştirmek zamanla insanları bu hale getirebiliyor. Bunlardan tecrübe çıkarmamız lazım. Din milliyet gibi herkese ait olan hassas konuları siyasete alet etmemek lazım. Maalesef insanoğlunun hırs için yapmayacağı şey yok. Altmış yaş penceresinden baktığınızda hayatınızda ne kadar yanlışlar görüyorsunuz. İki taraftan da okuyan onca gencimizi nasıl harcamışız. Şimdi hepsi meslek sahibi, Türkiye'ye hizmet etmiş olacaklardı. Yazık kendi bindiğimiz dalları, kendi geleceğimizi, kendi çocuklarımızı budamışız. Allah bir daha o günleri bu millete göstermesin.
Alıntı
(Bülent Ersin Coşkun)

Editör: SEFA BUĞRA ŞENEL