Sırtımızda köyün minibüsünden yüklendiğimiz, yolu olmayan Karaer, İnönü ve Hasanbey mahallesi gibi zor yokuşlardan binbir zahmetle taşıdığımız tezek çuvalları İle yakacak ihtiyacımızı karşılardık!
Köy fırınında yarı pişmiş, bir haftalık, bayatlayınca boğazdan geçmeyen köy ekmekleri ve yağı alınmış lor ile kahvaltı soframız tamamdı; öğlen ve akşam yemekleri ise, makarna ve patates yemeklerini kaldırıp indirmekten gına gelirdi.
Her akşam ailesinden ayrı orta okul öğrencisi bir çocuk olarak, her ihtiyacımızı kendimiz görmek zorundaydık. Biz adeta büyüyüp küçülen minik delikanlılardık.
Hafta sonu köye gitmeyi iple çekerdik. Zira tek ihtiyaç kaynağımız köydeki ailemizdi. Bazen rahmetli annem sarma yapar, köy minibüsü ile gönderirdi. Sarmayı nerede ise bir hafta boyunca yerdik. Öğlen paydosunda servisimiz yoktu. Y;emek için eve gelirdik paldır küldür ne bulursak yer, yarı aç yarı tok, nefes nefese okulun dik rampalarına koyulurduk.
Bazen makarna pişirirdik... acele ile yediğimiz makarna midemizi yakardı. Hatta Ortaokul yıllarımda bu yüzden uzun süre mide tedavisi gördüm. Bazen okuldan veya evimize misafir etmek zorunda kaldığımız gariban misafirlerden uyuz, bit, pire ve haşarat salgınına uğrardık. Hatta bir ara uyuzdan bir hafta istirahatla zorunlu köye gitmiştik. Bizi Ramazanda hiç kimse iftar yemeğine davet etmezdi. Öğrenci olarak Gümüşhane’de hiç bir iftar vb davet hatırlamıyorum. Yorganın altına girer, annemizi ve ailemizi özleyince çok ağlardık.
Babam kalaycılığa gider, uzun süre gelmezdi. Sonra Almanya’ya gitti... iki üç sene geçer göremezdik. İzne geldiğinde, okuldan dolayı çok az yüzünü görürdük. Sanat Enstitisü karşısında Daltaban'a doğru yol alan otobüs, gaza ve kornaya basınca içimiz sökülür, burkulur; baba hasreti ile yanar kavrulurduk. Bir ara annem de gitti Almanya’ya... neredeyse hepten öksüz ve yetim kaldık.
Fakirlik ve çaresizlik ne kötü şey... babam tüm akraba, eşe ve dosta destek mecburiyeti içinde olduğu için, Almanya’nın üç kuruşu ihtiyaçlarımızı karşılamazdı. Zira o ücretle, hayvanlarımıza samanı alırdık. Hayvancılık yapar, yeterince et, süt ve yağ yiyemezdik! Bal ile ilaç olarak mide rahatsızlığımda tanışmıştım(!)
Bir keresinde, Fen bilgisi öğretmeni "muz yedin mi?" diye sormuştu... "yemedim" deyince, şehirli memur çocukları bana gülmüş ve çok utanmıştım. Şehirde eski ahşap bir apartman dairesinin, bir odasında ağabeyimle biz, diğer odalarda amca oğullarımız Hasan, Fehmi, İsmail ağabey ve Murtaza kalırdı. Diğer odada Cemal Ezber, Orhan Ezber kalırdı. Kışın dondurucu soğuğunda sabah olmazdı... üşürdük işte! Zeki Müren'in “üşüdüm üstümü ört sene annem” şarkısı sanki bizim hayatımızı anlatırdı. Başka arkadaşlarımızın baba ve anneleri yanlarında kalırdı ama bizim babaannemiz rahmetli olduğu için bundan da mahrumduk. Babam bakkal alış verişi için Dölekli gıda satan rahmetli Musa dayıya tembih etmişti... oradan alış veriş ederdik. Musa dayıyı çok severdik. Paramız bitince ondan sıkılarak harçlık alırdık.
Bazen derslerle ilgili soru sormak için öğretmen bulamazdık. Zira, ne tanıdık öğretmen ne de ağabey vardı. Ders öğretmenleri çok sertti... hemen azarlayıp aşağılarlar ve bunu disiplin olarak görürlerdi.
Hülâsâ, sert, haşin ve hayata tutunmanın çok zor olduğu bu coğrafya bize hayatı öğretti. Anne, baba, vatan ve millet sevgisi burada tesis edildi.
Selam buradan dağların avucundaki kentin kader yolcusu ve aynı çileyi çeken yiğitlerine, canlarına...
Biz bütün bu zorluklara rağmen hiç vatan haini çıkarmadık. Solu ve sağı, her insanı vatanseverdi... değerlere hassasiyeti olan; havası, suyu, kayası sert, insanı mert, altın kalpli Gümüş diyarının insanlarına... insana muhabbet duyan herkese selam olsun.
Sabri Şenel