Zan veya istismar batağında boğulanlar, İslama sürekli ihanet içinde oldukları halde, İslamı siyasî gündemde tutmaktadırlar. O halde İslam nitelikli çerçeve içinde her konuyu tekrar tekrar ele almalı, müzakere etmelidir. 14 yy.lık sapma ve çarpıtmadan kurtulup aslına dönebilmenin başka yolu yoktur. Aydınlar buna inanır ve sahiplenirse, ilk günkü amaca dönebilme başarılır.

“Nasılsanız öyle idare edilirsiniz, başınıza o çeşit insanlar geçer” derken İslâm, iktidarla toplum arasındaki ilişkiyi ve ahengi anlatmış oluyor. Bu kutlu söz, saltanat veya işgal devletleri için söylenmiş değildir. Bunlar İslamın gündeminde zaten yoktur. İktidarı halkın tayin ettiği rejimler için söylenmiştir. Toplum iyi ise, seçtiği yönetimler de iyidir, bozuk ise seçtikleri de buna uygun olur. Çünkü o toplumun içinden çıkmaktadır. Verasetle veya zorbalıkla başa geçmiş olanlardan hem toplumun seviyesi bilinemez, hem toplum sorumlu tutulamaz. Ancak, o toplum iyi ve seviyeli ise, onları da başından atma mücadelesi verir, vermelidir.

“Cihadın en faziletlisi zalim yöneticinin karşısında hakkı ve adaleti söylemektir.”

İslamda ruhban, yani yanılmaz-kutsal yetki ve yöneticilik olmadığı gibi, hiçbir yöneticiye de mutlak hükümranlık yetkisi verilmemiştir. Bu yetki, şirke kadar açılan ve şirki besleyen bir kapı olduğu için, tevhidi din sürecinde peygamberler hep bunlarla mücadele etmiştir. Nemrud, Firavun bunların evrensel örnekleridir. Daha pek çok örnek vardır.

İslam, iktidarın hükümranlığı ile toplumu öyle bir teraziye koymuştur ki, bir taraftan “itaat” olmazsa olmaz, diğer taraftan “özgürlük” olmazsa olmaz öğretisine önem vermiştir. Yaratılmışlara “mutlak itaat” yoktur. Mutlak itaat altında olanı esir saymış, ve “Kendinizi esirlikten kurtarın” demiştir. Yanılmaz mutlak yetkili yoktur. Dinî rehberlik dahil, bütün hukukî, siyasî, idarî, ilmî yetkiler, bir kişide, bir sınıfta, bir kadroda, bir sülalede, günümüz için söylersek bir siyasi partide toplanamaz. Onun için meşverete (danışmaya) önem verilmiş, onun için yetkinin ucu açık olarak halka, yani toplumun tamamına uzatılmıştır. İlim alanı çok önemlidir (âlimler peygamberlerin varisleridir) ama, burada da tek bir kişiye bağlanıp diğerlerini görmezlikten gelmek yoktur. Elbette ilim istismarı da yoktur.

Yetkinin ve itaatin mutlak olarak kimsede olmayışının tek istisnası, peygamber-vahiy alanıdır. Bunun da akıl sahibi ve inananlar için sebebi açıktır.

Yöneticinin azli mümkündür. Değiştirilmesi de gerekebilir, hatta bu iş kurala bağlanabilir.

Kullanımlar bizi aldatmamalıdır. Saltanatı, diktatörlüğü cumhuriyet diye, tek adam rejimini demokrasi diye yutturmaya kalkanlar olmuştur. Tıpkı din tahripçiliğini din diye kullananlar, çalıp çırpmayı çalışma ve iş görme diye yutturmaya kalkanlar gibi.

Toplumu işin içine katmaktan vazgeçmeyen, akla-vicdana-hukuka yer veren rejimlerde ilkeler bellidir.

– Haklarda eşitlik

– Özgürlük

– Sorumluluk

– Danışma (şûra)

– Anlaşma-Toplumsal akit. Bu, eski usûl bey’at, yeni şekli oy pusulası-seçim sandığıdır.

Hanedan ve saltanat, hak eşitliğini, sorumluluğu, özgürlüğü kaldırmıştır. Bunlar saltanatın, tek adamın istediği kadardır ve istediği alanlardadır. Danışmaya ya göstermelik olarak başvurulmuş, ya da hiç yoktur. Tarihe mal olmuş, geçmiş gitmiş zannedilen kötü uygulamalar, ne yazık ki bugün Türkiye’de ve bir çok ülkede açık açık görülmektedir. Kargaşanın bulunuşu, olabildiğince adaletsizliklerin varlığı, asayişin bulunmayışı, açlık ve sefaletler, bunun yaşanan örnekleri değil midir? Güven ve huzurun kalmayışı nedendir?

Maverdi’ye göre devletin dayandığı temellerin başında, adalet, güven, refah ve ülkü vardır.

İslamın bu taraflarını biliyoruz da, neden siyasî-idarî hükümranlıklara örnek olmadı, bunlar hayata geçirilmedi? İşte meselenin can alıcı noktası burasıdır. Tarihi süreçte İslamiyetin geliş sebebine ve ilkelerine aykırı olanlar neydi? Her konuyu yeniden ele alma teklifimizin sebebi de budur.

Hz. Peygamber döneminde ve sonra kısa bir dönemden sonra çok şey değişti. Aslı esası, ilkeleri yerli yerinde duruyorken ve ilk sosyal laboratuar belliydi amma, temsil ve uygulama Arap ırkçılarının ve dini dünyevî menfaatler için kullananların eline geçti. Ümeyye Oğulları, yani Emevî soyu, bu rolü pek güzel yürüttü. Hem Araplığı hem İslamı tek başına temsil ettiler. Bütün nurlu kapılar kapandı, saltanat kuruldu, her şey siyasete ve iktidara kurban edildi, kaldırılması programa bağlanmış çok şey, eski haline (cahiliye dönemine) döndü (kölelik, cariyelik, kadın hakları v.b. gibi) ve bütün bunlara din dendi. Bu çizgi yalnız Emevî’de kalmadı, sonra gelen (Türk, Arap) bütün saltanatlarda devam etti. Şüphesiz bu hikaye buraya sığmayacağı için sıkıştırılmış cümlelerle özetlemeye çalışıyoruz.

İslam yayılırken, İslamı tebliğ etmekle ganimet amacı birbirine karışmıştı. Toprak kazanmakla insan gönlü kazanmak karışmış, hatta çoğu kez yer değiştirmişti. İslamin en önemli ilkelerinden olan “dinde zorlama yoktur” (Bakara-256) ilkesi, yapılanlarla uyuşmuyordu. Emevî Araplar gittikleri yerleri kılıçla gûya müslümanlaştırıyorlar, gerçekte araplaştırıyorlardı. Irak, Suriye, Kuzey Afrika böyleydi. Türklere ve İranlılara da aynı şeyi yapmaya çalıştılar, bazı kayıplar verdirmelerini gözardı edersek, başaramadılar. Ancak hepsinde, bugün de devam eden, açılması zor düğümler atıldı. Neydi bunlar? İslam, Arap kültürüne eşdeğer kabul edildi, devrimin birçok ilkesi terkedilip eski hale dönüldü, kölelik, cariyelik adeta hortladı, saltanat, hanedan, saray, Firavunları geri çağırdı. emevîleri eleştirirken, bazıları gerçeklerden ayrılmayalım, hayalci olmayalım der. Evet İslam da gerçeklerden kopmayı istemez. Fakat gerçek dediklerimiz, eğer İslamın gerçeklerini bertaraf ediyorsa, emr-i vâkiler gerçek yerine geçmiş demektir.

Derken, dine zulüm dolayısıyla halka zulüm saltanatı sürüp giderken, aynı süreç içinde, 717 yılında bir yıldız parladı. Gücü yettiğince zulme dur! dedi. Kötü gidişi durdurdu. Bu yıldız, halife Ömer b. Abdulaziz idi. İslamın ve toplumun hangi derekeye düştüğünü görmüştü. Neler yaptığına, yapmak mecburiyetinde kaldığına bakarak, düğümleri çözebiliriz:

1. Maveraünnehir bölgesindeki (çoğu Türk) fetih hareketini durdurdu. Çünkü fetih adı altında zorla müslümanlaştırılma, toprak kazanma ve zalimlikler yapılıyordu.

2. Lüks eşyayı beytül’mal’a (hazineye) kaydettirdi.

3. Köle ve cariyeleri azad etti.

4. Hutbelerde halifeler için yapılan duayı, genel duaya çevirdi.

5. Halktan biri gibi yaşandı.

6. Emevî saltanatı görüntülerine son verdi.

7. Halka zulmeden ve adı yolsuzluklara karışan vali ve memurları görevden aldı. Dürüst vali ve memurlar tayin etti.

8. Valilik-Kadılık-Vergi memurluğu görevlerini, devlet başkanlığı ile ilgili dört esasa bağladı.

9. Valilerin ticaretle uğraşmasını ve hediye almasını yasakladı.

Orta Asya’da Güney Kıbrıs’ı tanıma yarışı Orta Asya’da Güney Kıbrıs’ı tanıma yarışı

10. Muaviye’den itibaren Emevî Hanedanı mensuplarının ve devlet adamlarının gasp ettikleri malların tesbitini ve hak sahiplerine iadesini sağladı.

11. Hanımının mücevherlerini ve fazla eşyasını hazineye koydurdu.

12. Muaviye’den beri süregelen, hutbede Hz. Ali’nin lanetlenmesi adetini kaldırdı.

13. Halifeliği şûra yönetimine çevirmek istedi.

14. Mevali (Arap olmayanlar) ile Arap asıllı müslümanların eşitliğini kabul etti (eşit sayılmıyorlardı).

15. Her yerde adaleti uyguladı.

16. Müslüman olmayanların ellerinden alınmış olan kiliselerini, evlerini ve diğer mallarını iade etti.

17. Mevaliden alınan vergiyi kaldırdı. Zımmîlerden ve ruhban sınıfından cizye (bir çeşit vergi) ödemekte zorlananları cizyeden muaf tuttu.

18. Fethedilen toprakları, müslümanların müşterek malı saydı (sadece halifeye, hanedan mensuplarına ve savaşçılara ait kılınmıştı).

19. Haraca bağlanmış arazilerin satışını yasakladı.

20. Ticaretle uğraşanlar dışında herkesi maaşa bağladı.

21. Artan zekat ve vergilerin bir kısmını esirleri kurtarmakta, borçlulara yardım etmekte, fakir bekârları evlendirmekte kullandı. Fonlar kurdu.

22. Sarayı terk ederek mütevazi bir yerde yaşadı ve resmî kabulleri ve işleri orada yaptı.

23. Kamu mallarını, yetim malına benzetip, beytü’l-mal’a emanet kabul edip buna göre davrandı (Kur’an, ölçüt olarak aldığı yetim malı meselesine çok vurgu yapmıştır).

Böyle bir zat ne yazık ki zehirlenerek öldürüldü. Onu öldürenler, bugün İslam zannedilen dinin uygulayıcılarıydı ve yollarına devam ettiler. Ömer b. Abdulaziz yaptıkları, kendi ürettikleri değil, İslamdan öğrenip bildikleridir. Herşey ters-yüz edilmişti. Yapılanları teker teker ve tekrar tekrar gözden geçirirsek, demek ki: Kalp-gönül fethi istenildiği halde dünyalıklar fethediliyordu. Demek ki beytü’l-mal (toplumun hazinesi) şahsî keselere taşınmıştı. Demek ki kölelik ve cariyeliğin ortadan kaldırılması için başlatılan program (Hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyenler, cariyelerden biriyle nikâhlansın, Nisâ-25 v.b.) durdurulmuş, cahiliye dönemine dönülmüştü.

Demek ki devlete ait saray olmaması gerektiği halde saray saltanatı başlamıştı. Halktan biri gibi yaşanmıyordu. Devlet görevlileri ayrıca ticaret yapıyorlardı. Hediye kabul ediyorlardı. Mal beyanı gerekiyordu. Vergi ve vergi memurluğu çok önemliydi. Yolsuzluk yapanlar görevde tutulmamalıydı. Müslüman olmayanlara haksızlık edilmemeliydi, ama ediliyordu. Irkçılık, ayırımcılık yapılmamalıydı. Müslümanlar arasında bile ayırım yapılıyordu. Arap olan-olmayan müslümanlar düzeni kurulmuştu. Herkesi maaşa bağlamak, gençlerin evlenmelerine yardımcı olmak, esirleri (günümüzün iktisadi esirleri buna dahildir) kurtarmak, İslamın toplumculuğuna, sosyal adaletine, topyekun adaletine uygun bir işlemdir ki, Devlet Başkanı, bunu çok iyi idrak etmişti ve İslamın gereğini yapıyordu. Adını aldığı 2. Başkan Hz. Ömer de böyle demişti. Toplumun en sonda gelenlerini, en önde gelenle eşit kılacağım. Onun da şehit edilmesiyle işler yarıda kalmıştı. İslamda nelerin olup nelerin olmadığının çoğunu bu örneklerden çıkarabiliyoruz. Kendilerini dine ve topluma adamış yöneticilerin ve ilim adamlarının varlığı, insanlık adına, hak ve hakikat adına kıvanç vericidir. Dikkat çekici taraf bu insanlar mütevazi yaşamışlardır. Bugün ne yazık ki çürüme, modern şekillere bürünerek devam ettiği için, bu tarihî kahramanların yaptıklarının aksine, saraya taşınmalar, özgürlükleri kısmalar, adaletsizlikler devam etmektedir. Her zaman olduğu gibi tepkiler de olmaktadır ve olacaktır.

Günümüzde işin içine “dış güçler” de girmektedir. Dış güçler, tepkisel potansiyeli olan bir ülkede, “proje ekip”, “proje siyasi parti”, “proje tarikat” kurdurmakta gecikmemişlerdir. Eğer bir yerde, kültürel, dinî, siyasî, iktisadî bir bataklık oluşmaya başlamışsa, dış güçler, bataklığın çoğalmasına, yayılmasına yardımcı olmaktadırlar. Meselâ Türkiye’de bataklıklardan biri, Türk kavmine, Atatürk’e düşmanlıklar, olumsuz iddialardır. İçten (Enderun zihniyeti) ve dıştan fırsatçılar, kötülük projelerinde rol sahibidirler. Sözümüz şimdilik şöyle bitecektir: Halk önce kendini, sonra zalimleri temizlemezse, çürüyüş devam eder. Her düşen, düştüğü yerden kalkar.

1 Keşfü’-hafâ 2-311.

2 Ebu Davûd, Melahim-27; Tirmizî, Fiten-13; Nesai, Bey’at-37; İbn Mâce, Fiten-20.

3 Bkz. Osman Keskinoğlu – Ali Himmet Berkî, Hz. Muhammed’in Hayatı, 423.

4 Ömer b. Abdulazizin yaptıkları için bkz. Diyanet İslam Ansiklopedisi, Ömer b. Abdulaziz maddesi (md. yazarı İsmail Yiğit).

Editör: Kerim Öztürk