Deniz Kurmay Albay Aykar Tekin, Hasdal Askeri Cezaevi’nden yolladığı mektubunda, aynı hukuksuzluğun mağduriyetini paylaştıkları Deniz Kurmay Albay Murat Özenalp’in Mamak’ta geçirdiği beyin kanaması neticesi hayatını kaybetmesinin “geride kalanları” nasıl etkilediğini yazmış:
“(...) Silah arkadaşları olarak bizler cenaze törenine, Hasdal’da televizyon ekranları başından gözyaşları ve dualarla iştirak ettik.
(...) Sadece kendilerinin inançlı Müslümanlar olduğunu düşünen o vicdansızların acaba Murat Albay’ın kefen bezinin, umrede sarındığı ihram olduğunu öğrendiklerinde bir parça vicdanları sızlamış mıdır? Yaptıkları haksızlıkların hesabı verilmesi gereken ağır bir günah olduğunu anlamışlar mıdır? Bizleri sadece üzerimizdeki beyaz üniforma ile halktan uzak salon subayları gibi göstermeye çalışan o bozuk zihniyetler, her birimizin işçi, köylü, memur, esnaf sınıfından gelen orta halli Anadolu ailelerinin çocukları olduğumuzu anlamışlar mıdır?
Bilirler mi ki onlar; bizlerin görev yaptığı o savaş gemilerinin en yüksek direğinde şanlı Sancağımızı dalgalandırdığımız yerin hemen yanı başında, çelik bir muhafaza içerisinde kutsal kitabımız Kur’anı Kerim’i de taşırız.
Bilirler mi ki onlar; komutasını devraldığımız gemilerde yaptığımız ilk işlerden birisi o Kur’anı Kerim’in yerinde olup olmadığını kontrol etmek ve görevler esnasında kimsenin burnu kanamasın diye geminin baş üstünde dualar eşliğinde kurban kesmektir.
Bilirler mi ki onlar; gemilerimizle sefere çıkarken verdiğimiz ilk komut “bismillah makina dümen manevraya hazır ol, bismillah halatlar fora”, seferden dönüşte verdiğimiz son komut “bismillah demir fundo, bismillah makina dümen tamam”dır.
Ve yine bilirler mi ki onlar; bizler, asil Türk Milleti’nin vergileri ile alınmış o savaş gemilerinin komutasını devralırken, o gemilere sadece 4 bin tonluk birer çelik yığını olarak bakmayız. O gemilerle birlikte, içindeki vatan evlatlarının, Mehmetçiklerin de sorumluluğunu omuzlarımızda hissederiz. Taşıdığımız Sancağımız’ın ve temsil ettiğimiz yüce Türk Milleti’nin onur ve şerefinin sorumluluğudur. (...) İşte Murat Albay da o ruhla görev yaptı...
Ve Türk Adaleti böyle bir vatan evladını kurban etti...
Mekanı cennet olsun...
Bizler burada halen adaletin yerini bulmasını bekliyoruz ve ümitlerimizi hiç kaybetmedik. Ama;daha delikanlılık çağında ailenin tüm sorumluluğunu üstlenircesine annesine omuz veren, kardeşini kucaklayan genç Batu’ya; ne olup bittiğini tam anlayamamış küçücük Duru’ya ve Murat Albay’ın Cefakar Eşi Sema Hanım’a kim, nasıl adalet verecek? Gözyaşları içerisindeki küçücük Duru’ya babasını geri getirebilecekler mi?”
Mümkün mü!
Vay arkadaş
Aşağıdaki satırları bir dostum sosyal medya hesabından paylaştı. “Kamu”da görevli; ne olur ne olmaz diye vermeyeyim ismini... Bakalım hikayesi, kaçınızın daha hikayesi:
“Üniversite mezunusun, üstüne yüksek lisans doktora yapıyor, üstüne yıllarca kamuda üst düzey yöneticilik yapıyorsun, yıllardır üç kuruşa çalışıyorsun zam almıyorsun, maaşın hiç bir şeye yetmiyor.. Gıdadan giyeceğe ne alsan hesaplayarak korkarak alıyorsun.. Hasta oluyorsun muayeneden ilaca bir dünya para döküyorsun güya sosyal güvencen var.. Köşe başından karşına kim çıkacak belli değil.. Çocukların zararlı arkadaşlıklara maddeye bulaşıyor suça bulaşıyor kaliteli eğitim almıyor bir geleceği yok eğitim alsa iş imkanı yok .. Huzur yok güven yok para yok sağlık yok.. Bunun yanında bir küçük “azınlık da” var.. Alışveriş yaparken fiyat sormayan, paralarının had hesabını bilmeyen, ölene sürünene canı yanana pek aldırmayan, olur böyle şeyler şeklinde yaklaşan, kendi dışında kimseye umursamaz şekilde psikopatça bencil yaşayan, her konuda “yok, yok” yaşayan bir zümre.. Sayelerinde biz böyle yaşıyoruz ve sayemizde onlar böyle yaşıyor.. Neresi bu ülke?.. Demokrasi Cenneti Türkiye! Vay arkadaş!”
1997’nin polisi bugünden ileride
Alican Türk Eskişehir Yenigün Gazetesi’nde yayınlanan yazısını paylaşmış:
“Güneydoğu’da, terörün en yakıcı olduğu 1990’ların başlarında temel sorun güvenlik güçleri ile bölge halkı arasında karşılıklı inanç ve güvenin zayıflığı idi. Gerçekten de PKK’nın kurduğu akıl almaz tuzaklar sonucu devlet-vatandaş arasındaki köprüler büyük oranda yıkılmış, halkla iletişim büyük ölçüde kopmuştu. Bu soruna bir çözüm getirmek ve köprüleri onarmak amacıyla 1996 yılında (...) Tim komutanı seviyesinden başlamak üzere bütün eğitimler buna göre şekillendirildi.
Eğitimlerin özü şuydu: Eğer terörle mücadele edeceksen önce halkı kazanmalısın; halkı kazanmadan mücadeleyi de kazanamazsın!
(...) Tabii Genelkurmay’ın bu çalışması devletin diğer kurumlarının da ilgisini çekti; (...) Örneğin Ankara Emniyet Müdürlüğü’nce 1997 yılında hazırlanan “Polis-Halk İlişkileri ve Halk Desteği Sağlama-Davranış İlkeleri Rehberi” adlı 24 sayfalık broşür şöyle başlıyordu:
“Polis bir asker kadar disiplinli, bir hukukçu kadar hukuk adamı, bir anne gibi şefkatli olmalıdır. - K.ATATÜRK”
Broşürün son sayfasındaki şu cümle dikkat çekici: “... ideal polis, sıcak, heyecanlı, inançlı, duygulu, duyarlı, esnek, nazik, saygılı ve halka yakın olmalıdır. Duygusuz, duyarsız, bilinçsizce sert, kaba ve halktan uzak bir polis istenmemektedir.”
(...) Dün polisin sertliği, kabalığı, duygusuzluğu “istenmeyen davranışlar” iken, bugün TOMA’lı, biber gazlı, plastik mermili hoyratlığı ve acımasızlığı “destan” olarak tanımlanıyor. Ve ister istemez insanın aklına şu değerlendirme geliyor:
- Valla 1997’nin polisi bugünkünden daha
ileriymiş!