Ümit ve beklentilerimiz açısından ülkemizin genel görünümü hayli şaşırtıcı. Anlaşılması güç bir durumla karşı karşıyayız.
Dünya ülkeleri ekonomi ya da insani gelişmişlik gibi değişik kriterler açısından sıralandığında, ülkemizin yeri epey altlarda çıkıyor
Üstelik hukukun üstünlüğü, demokrasi, ekonomi, eğitim, bilim ve teknoloji gibi bazı konularda bir zamanlar bulunduğumuz noktadan daha geriye gittiğimiz bile görülüyor.
Her şey gözümüzün önünde olup bitiyor; hayret ve şaşkınlık içinde olan bitenleri seyrediyoruz.
Günümüz ve geleceğimiz avuçlarımızın içinden kayıp gidiyor sanki. Toplumsal hayatımızın çeşitli alanlarında “İster inan ister inanma” ya da ”Bu kadarı ancak kasıtla olabilir” denilecek türden o kadar fazla olay var ki.
En kötüsü, en acısı da bu süreçte vücut kimyamız bozuldu, hakkaniyet duygumuzu yani sağduyumuzu, vicdanımızı ve huzurumuzu kaybettik!
Dönüp dolaşıp bir daha, bir daha sormalıyız: Biz niçin bu haldeyiz?
***
Sağduyulu düşünmeye yetecek bilgiden mahrum yarı aydınlar toplumsal hayatın problemlerini, tek başına din ve milliyet, ideoloji, emperyalizm, dış ve iç düşmanlar gibi unsurlarla ya da “komplo teorileri” ile açıklama eğilimindedir.
Ama memlekette birçok alanda olumsuzlukların bu kadar yaygın olması “bilimsel, güvenilir bilgi”nin azlığı veya aydın cehaletinin çokluğu ile de açıklanabilir.
Toplumsal meseleler üstüne akıl yürütenlerin, eleştirenlerin ve çözüm reçeteleri sunanların en çok unuttuğu şey “aynaya bakmak”tır.
Aynaya bakmak; özeleştiri yapmak, gerekirse bazı şeyleri unutmak ve yeniden öğrenmektir!
Düşülebilecek tuzağın ve göstermemiz gereken özenin farkında olmalıyız: İşin aslı, çok az kişi hariç, büyük çoğunluğumuz olayları, fikirleri olduğu kadar bugünün ve dünün gerçeğini de eğip büküyoruz.
Bir bakıma hayatı kendimiz açısından anlaşılır hale getirmeye çalışırken gerçekleri de çoğu kere tahrif ediyoruz.
“Öğrenilmiş çaresizlik” veya “fasit daire” dedikleri bu olsa gerek.
***
Öğrenme, davranış değişikliği demektir; inanç ve düşüncelerde, duygularda, karar ve eylemlerde değişiklik.
Kanaatim bugünün dünyasının meydan okumalarına cevap verecek bireysel ve toplumsal kapasitemizin bulunmadığı, o yönde yeterince öğrenemediğimiz, kendimizi yenileyemediğimiz yönündedir.
Bireyler gibi, kurum ve kuruluşlar gibi toplumlar da öğrenir yani, hızlı veya yavaş, değişir.
Öğrenmenin dereceleri vardır. Bazıları gözü bağlı, elleri havada bisiklete binmeyi öğrenmişken, bazıları birkaç metre gitmeden düşebilir.
Yeterince öğrenemeyenler yani değişemeyenler ister bireyler veya toplum olsun ister devlet ve kurumlar, ayakta kalamaz, gelişip güçlenemez.
Hep aynı şeyleri yaparak, aynı hataları işleyerek farklı sonuç beklemenin, yani açıkçası kendimizi oyalama ve kandırmanın arkasında yine yeterince öğrenmemek ve değişememek olgusu vardır.
Bu bağlamda Rubil Gökdemir’in “İnsanın en büyük sorumluluğu bilincini geliştirmektir” sözünü “İnsanın en büyük sorumluluğu öğrenmek ve değişmektir” şeklinde de anlayabiliriz.
***
Toplumsal hikayemiz gösteriyor ki, dünden bugüne çok şey yaşadık ama sanki çok az şey öğrendik! Yaşayarak bile yeterince öğrenemedik.
Yetmiş yıllık çok partili demokrasi tecrübesinden sonra, bugün bulunduğumuz yer, demokratik açıdan geriye gittiğimizin tescili gibidir.
Sert ve neredeyse uzlaşmaz siyasi görüşlerin arka planında hemen her zaman inançlar, ideolojiler veya farkında olunmayan ama kafa konforunu sürdürmeye yarayan bireysel ve toplumsal cehalet vardır.
Aksini zannetsek bile, gerçek budur diye sarıldığımız görüş veya düşüncelerin çoğu güvenilir bilgiye dayanan, akılla, tecrübe ile vardığımız sonuçlar değildir!
Köy, kasaba, şehir ortamının veya aile, okul, arkadaş çevresinin hayata bakışımızı biçimlendirdiğinin ne kadar farkındayız?
Çankaya’da namaz kılanların oranı Kayseri’den niçin daha az, CHP’ye oy verenler niçin daha fazla? Nesiller boyu devam eden bu durum, bireylerin bilinçli tercihleri sonucu mu oluştu?
Aslında çoğu kere belirleyici olan akıl değil sosyolojidir. Hakikat denilen şey olgu değil algıdır!
***
İnsanlar akılla, mantıkla zeka ile din, mezhep, kimlik seçtiklerini zannedebilir. Hiç olmazsa başlangıç itibarıyla hiç kimse anne ve babasını, doğduğu yeri, dinini, milli kimliğini seçemiyor.
Siyasi görüş ve ideolojik takılmalar bile çoğu kere irrasyonel, farkında olunmadan benimsenen tercihler olduğu halde insanlar bunları akıl ve bilinçli tercih ürünü gibi takdim ederler.
Neyin doğru neyin yanlış olduğuna sadece kendi aklımız ve vicdanımızla mı karar veriyoruz? Bizim zannettiğimiz inanç ve görüşlerin çoğunu ödünç aldığımızın, bunların esasen başkalarına ait olduğunun ne kadar farkındayız?
Yoksa asıl belirleyici sosyo-kültürel çevredir de, bizler birçok önemli konuda ebeveynlerin, arkadaşın, öğretmenin, partinin, liderin, cemaatin, tarikatın izinden mi gidiyoruz?
Açık ki, çoğu kere ikincisi doğru.
Öyle ise, kendini hakikate yakın görüp, derin bir özeleştiri yapmadan, bulunduğu çizgide ısrar ederek başkalarına tepeden bakmak neyin nesi oluyor?
İnsana en yakışan ahlaki özellik tevazudur!
***
Öteden beri sağ sol, Sünniler, Aleviler, Türkler, Kürtler, dindarlar, Atatürkçüler, milliyetçiler, laikliği önemseyenler yani bu ülkenin insanları, biri diğerini yeterince bilmez ve tanımaz.
Derinliği olmayan inanç ve ideolojiler, güya doğru zannedilen fikir ve görüşler kimlik siyasetinin, kutuplaştırma ve ötekileştirmenin bitmez tükenmez yakıtı olmuştur.
Hem de bu kadar benzerlik olur: Her kesim kendini doğru ve haklı, diğerlerini yanlış ve haksız görse de, zihni yaklaşımları itibarıyla birbirlerinden farklarının bulunmadığı doğru değil midir?
Peki, bugünkü gibi muhafazakarlar/milliyetçiler değil de sosyal demokratlar/Kemalistler ülkeyi yönetse, iktidar gücünü tek başlarına kullansalar, ülkenin hali ne olur(du) acaba?
Yeterince akıl, bilgi, hukuk ve adalet, iyi yönetim vizyonu olmaksızın inanç ve ideoloji hiçbir zaman yeterli olmayacaktır.
***
Anlaşılması güç bir durumla karşı karşıyayız. Dünya aldı başını gidiyor; derin uykudan uyanmanın yani öğrenmenin ve değişmenin zamanı çoktan geldi, geçti.
Bu kadar tecrübeden sonra anlamış olmalıyız ki, kendimizi adadığımız ve bazen başkalarına da dayattığımız inanç ve fikirlerin, siyasi görüş ve değerlendirmelerin doğruluğu konusunda o kadar emin olmamalıyız.
Ülkemizin tarihsel yolculuğu, dünü ve bugünü ancak bütüncü bir bakış açısıyla, disiplinler arası bir yaklaşımla yani bilim ve sağduyu ile doğru anlaşılabilir veya açıklanabilir.
Sahici astronomlar dünyadan 1,5 milyon kilometre uzaktaki yörüngeye yerleştirdikleri James Webb teleskopu ile uzayın derinliklerini incelerken, bizler neredeyse yüz yılı aşan bir süredir aynı gündemlerde takılıp kaldık.
Bilelim ki, her renkten bütün ideolojiler yanıltıcıdır; kolaycılıktır, kestirmeciliktir. Bu toprakların çocuğu Cemil Meriç’in dediği gibi, idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir!
Kitleleri etkileme aracı olsa da, seçim kazandırsa da ideolojilerden beslenen hiçbir iktidar, hiçbir siyasi görüş veya hareket ülkemizin ufkunu açamayacak, insanımıza huzur getiremeyecektir!
Sağcılar, solcular, dindarlar, milliyetçiler, Atatürkçüler duyduk duymadık demeyin; siyasi görüşünüz her ne ise, kurtuluş reçeteniz akla, bilime, ahlaka, hukuk ve adalete ve tabii ki liyakate dayanmadıkça düşündüklerinizin ve yapacaklarınızın çoğu “faso fiso”dur!
Sohbetimizi, 31 Mart seçimlerinin ülkemizin selameti açısından bir başlangıç olması dileklerimle bitireyim.
Ramazan Bayramınız da şimdiden mübarek olsun!