Orta Doğu bölgesel iç savaşı mezhep savaşı mı?




Orta Doğu bölgesel iç savaşı ile ilgili yapılması gereken ilk tespit bu savaşın bir Sünni-Şii savaşı değil, bir Selefi-Şii savaşı olduğudur. Yaşanan savaşın bir Selefi-Şii savaşı olduğunu tespitini yapan Prof. Dr. Hilmi Demir,  “Selefi tavrın ana dinamiğini dini anlamada te’vil’e (yoruma ve akli çıkarıma) karşı olması oluşturur. Daha çok “Ehl-i Rey” dediğimiz Ebu Hanife tarafından temsil edilen dini nasların anlaşılmasında yorumu ve uygulamayı dikkate alan anlayışa karşı olarak ortaya çıkmıştır. Bu tavrın bir ekol olarak adı ise Hicri IV. asırda bir kelam alimi olan mezhepleri ve grupları tasnif eden bir eser kaleme alan Eş’ari tarafından Ashabu’l-Hadis olarak kayıtlara geçirilmiştir.”  demektedir. Prof. Demir bu süreci şöyle anlatmaktadır: “Vehhabi isyanı şeklinde doğan bu kalkışma Sünniliği tasfiye ederek İslam’ın hicri II. Asrında doğan Selef yöntemini benimsediğini ilan etti. Ama aslında Hanbeliliğe dayanıyordu. Vehhabilik, İslam’ın ilk döneminde Hz. Ali ile Muaviye arasındaki kavgayı yeniden dirilterek Muaviye’nin Şam Emevi Devletini diriltmeyi kendisine hedef yaptı. 1802’de Kerbela’yı basarak Şii hacıları kılıçtan geçirdiler ve kadınlarla çocukları esir ettiler. Mezhep olarak ise Hanbelîliğe yaslandılar. Osmanlı uleması bu mezhebi Sünniliğin dışında görerek, ona kurucusundan dolayı Vehhabilik adını verdi. Vehhabiler, Peygamber sonrasındaki üç nesil sonrası (Peygamberi görenler yani Sahabe; Sahabeyi görenler yani Tâbiûn; Tâbiûnu görenler yani Teba-i Tâbiûn) yaşanan ve ortaya çıkan tüm mezhep ve geleneği İslam’dan uzaklaşma olarak ilan ettiler. Emevi devletini tek ve gerçek İslam devleti kabul ettiler. Osmanlı da dahil bu üç nesil sonrası tüm geleneği sapma ve bid’at olarak tanımlayarak reddettiler. Hatta mevlid, kandil, türbe, gibi uygulamaları şirk, metafizik, tasavvuf, kelam gibi ilimleri de küfür saydılar. Bugün adına Selefilik dediğimiz mezhep böyle doğdu ve kendine Suud devletiyle bir kimlik edindi.” 

 Selefilik bu kimliği ile Hanbelilik ile olan tarihsel ve zayıf ilişkisine rağmen Sünni anlayıştan çok farklı bir temele oturmaktadır. Prof. Dr. Demir, “Selefiliğin Sünnilik olduğunu iddia etmek oldukça zordur. Selefiliğin Sünniliği kabul etmesi, içinde Matüridilik olduğu sürece imkânsızdır” demektedir. Yine H. Demir’e dönersek, Sünniliğin Selefilikten ne kadar farklı bir anlayışı temsil ettiği anlaşılmaktadır. “Hicri III. Yüzyıla kadar İslam dünyasında bildiğimiz anlamda bir mezhepleşme olmamakla birlikte iki farklılaşma dikkate çarpar. Bunlardan biri Ehl-i Rey diğeri de Ehl-i Hadis veya Ehl-i Sünnet ve ne kadar ilginçtir ki bunlar ilk anda birbirine rakip olarak konumlanmışlardır. Bu dönemde kurulan Emeviler ve Abbasiler ise devlet kurumları ve hukuk sisteminde Ehl-i Rey’i ve dolayısıyla Hanefiliği merkeze taşımışlardır.” Ancak vahim olan husus, Selefiliğin Sünniliğin içini dolduracak şekilde gelişmesidir. Demir, Müslümanlar için Fıkhi mezheplerin yani Hanefilik, Şafilik, Hanbelilik ve Malikiliğin rolü yalnızca ibadet alanları ile sınırlanırken, gündelik ve siyasal yaşamda Selefilik belirleyici olmaktadır, demektedir.  

Peki, bu süreçte Türkiye nerededir? Prof. Dr. Demir şu cevabı vermektedir: “Hem Selefilik hem de Şiilik, devletler tarafından temsil edilirken Türkiye sözüm ona mezhepler üstü takılarak, çoktandır Selefiliğe eklemlenmiş durumdadır. Bu savaşta düşman kimlikler olarak Şiilik ve Selefilik sürekli taraftar ve alan kazanmakta ama Hanefilik sürekli kaybetmektedir. Türkiye sözde mezhepçilik yapmazken aslında mezheplerin çoğulculuğunu yok eden Selefiliğe sonuna kadar destek vermektedir. Geleneksel anlamda Sünnilik bin bir çiçekle bezenmiş bir bahçe iken Selefilikle bu bahçe adeta çölleştirilmektedir. Türkiye kendi bahçesini kurutan bir bahçıvana benzemektedir.” Prof. Dr. Hilmi Demir’in Selefiler kimdir? IŞİD ne kadar Sünnidir? başlıklı yazısının tamamını http://www.21yyte.org’da okuyabilirsiniz.