Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gaziye vasiyetinin kısa bir özeti bu. Burada dikkati çeken şu cümleyi tekrarlamak istiyorum : “Zulüm ve bid’atlerden son derece uzak dur ki, seni yıkılışa sürüklemesin!..”Sonderece isabetli iki kavram. “zulüm” ve “ bidat” Zulüm devletin yıkılışını hazırlar, bidat ise bilimin yok olmasını , yani ilim, fen ve teknikte ilerlemeyi durdurur. Kırk çadırdan bir beylik bu beylikten bir devlet çıkaran ideali görelim Osman Gazinin dilinden :” Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değil,” Ve yükselişteki sır bu.O sıralarda Anadolu’da on sekiz beylik vardır , Koca Selçuklu Devleti parçalanmış hepsi de Türk ve Müslüman olan , bir büyük kültür ve medeniyetin mirasçıları olan bu beylikler taht kavgası Selçuklunun tahtına ve mülküne Sultan olma hevesiyle her gün kendi aralarında çekişirken, Söğüt’te oluşan küçücük bir beyin hedefini kendi ağzından çıkan o ünlü vasiyetinin özetinde istikbalde oluşacak cihan devletinin rüyalarını görür gibi oluyordu artık Osman’ın nesli, Osman büyüdü büyüdü ,Çanakkaleyi geçti, Rumeli’ye yürüdü, Edirneyi Güllük gülistanlık yaptı ve devletinin Payıtathtı yaptı. Büyük bir heyecan, büyük bir aşk.. kutlu bir ideal uğruna her kesin kutlu yürüyüşe aynı şevkle inançla disiplinle katıldığını görüyoruz.
Edirne Osmanlı devletinin ikinci başkenti. Yani İstanbul un fetih plan ve programları da imparatorluk kurmanın Dünyaya hükmetmenin planlarının yapıldığı Başşehir EDİRNE. Konumuz gereği sözü ADALET KASRI da getirelim. Bugün Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı alanın hemen yanında mütevazi üç katlı takriben 80 metre karelik küçük bir daire alanını andıran bu Adalet sarayı ile ilgili bir öyküsel anıyı sizlerle paylaşacağım. Adı; adalet kasrı yani adalet sarayı, ancak cismi bir eski köy konağı kadar değerde olan bu yapının önünde, giriş kapısına iki metre uzakta askeri nizamiyelerinde gördüğümüz o iki sütun arasından geçilip gidilen o görüntüyü düşünün. İki dikili taş. Girişin biri sağında diğeri solunda , bu taşlar 50 cm çapında be birbuçuk metre boyunda.taşlarıb üst kısmında yine taştan kutular var. Bu taş kare şekinde giriş sağdaki taşın bağrında şu yazı vardı. SENG-İ HÜRMET, diğerinde ise şöyle bir yazı vardı. SENG-İ İBRET. Bugünkü ifadeyle Hürmet taşı- İbret taşı, Yani her sabah adalet sarayına giden devletin baş kadıları –hakimleri savcıları sarayın giriş kapısındaki sağ taraftaki taşın üstündeki kutuya bakar , oradaki şikayet dilekçesini alır içerde mahkeme heyeti davayı inceler , sorgular davacı ve davalıları dinler muhakeme eder. Ve sonucu –ilamı- yine sarayın hürmet taşının iki metre karşısındaki seng-i ibret yazan o taşın üstündeki kutunun üzerine mahkeme sonuç belgesini ve davanın mahiyetini herkesin anlayacağı şekilde yazar ve o taşın üzerinde teşhir edilir. Gelen geçen herkes okur, meseleyi öğrenir. devletine güven duyar. Peki buraya hangi davalar, kimler konu ve şikayet edilir. Burası önemli. Bu mahkeme devleti yönetenleri, yöneticilerin yaptıkları suçları, yaptıkları zulümler, devlet yöneticisi tarafında vatandaşa yapılan haksızlıklar bakan ve yargılayan bir mahkemedir. Milleti, devlet zulmünden koruyan, sadece her türlü idareciyle ilgili şikâyetlere bakan bir makam olduğu için adalet kasrı denmiş. (Adalet sarayı.) Burada bir muhtardan, kaymakamdan, validen, Sadrazama ve Padişaha kadar herkesin yargılandığı bir kurumdur. Derler ki, Burada vatandaşına zulmeden bir sadrazam mahkemece suçlu bulunmuş ve karar Sadrazamın -bugünkü karşılığı Başbakan- başı kesilmiş ve “seng-i ibret” taşında , sadrazamın kafası bir ay müddetle bekletilmiş,teşhir edilmiş ibret alınsın ve artık hiçbir yönetici keyfi idare ile halka zulmetmesin. İBRET TAŞI. Bu adaleti icra eden devletin bu uygulaması iledir ki DEVLET BABA denmiş şeraitin kestiği parmak acımaz denmiş. Kadı mahkemeye girişte ,” Ey kadı bu taşın üstündeki kutuya hürmet et, içinde devletin işlediği suçu şikayet eden bir mektup var , dilekçe var , ona hürmet et, her saban kapıdan girişte bak oraya , ve gereğini yap” anlamına gelen “ SENG-İ HÜRMET” Adını vermişler. Fatih Sultan Mehmet de Çandarlı Halil de daha niceleri bu adalet saraylarında yargılandılar. Fatih Sultan Mehmet o meşhur esnaf denetimini Edirne’de yaptı. “ efendim diğer alışverişlerinizi de yandaki dükkândan yapın, o siftah yapmadı. “ anlayışına sahip halk devletinin adil yönetimine inanıyordu. Yönetici de – Fatih Sultan Mehmet de “ bu halk değil İstanbul dünyayı feth eder “ diyerek İstanbul’u fethetmek için yola çıkar. İstanbul Hikâyemize başlamadan bir hususu arz etmek istiyorum. Edirne’deki Osmanlı Devletini Cihan devleti yapan bu ADALET KASRI” son birkaç yıl içinde restore edilmiş . ve bu tarihi yapının yukarda anlattığım o taşlardaki “ seng-i hürmet , seng-i ibret “ yazıları silinmiş, giriş kapısı taşlarla örülmüş , kapatılmış, kapı olduğu belli bile olmuyor. Hatta bu kare şeklinde yükselmiş bu küçücük yapının ne olduğunu bildiren bir tabela bile yok. Sanki Bizanslardan kalma Topkapı surlarındaki siyah taşlarla örülmüş sur gibi duvarlar. Meçhul anıt. Hani nerde Osmanlı mirasına sahip çıkanlar, buradan ihbar ediyorum bu ülkede Kültür Bakanı var mı , sayın Edirne valisi ne ile meşguldür? Bundan on beş yıl önce yaptığım Edirne ziyaretinde bu yazıların tamamı vardı. Tüm yerli ve yabancı turistler okuyup bilgileniyorlardı. YAZIK . “Yemin olsun, biz, resullerimizi açık-seçik delillerle gönderdik ve onlarla birlikte Kitap'ı ve ölçüyü de indirdik ki, insanlar adaleti ayakta tutsunlar/adaletle doğrulsunlar, ayakta kalsınlar. Ve demiri de indirdik. Onda zorlu bir kuvvet ve insanlar için birçok yarar vardır.” (Hadid-24) “ Ey milletim, ölçü ve tartıyı adaletle uygulayın, insanların eşyasını haksız yollardan eksiltmeyin; yeryüzünde bozgunculuk ederek fenalık yapmayın.(Hud-85.)” Bir ülkede, toplumda, millette adalet yoksa orada zulüm, anarşi, bozgunculuk, kavga ve kargaşa vardır ve yıkılış, yok oluş mukadderdir. Yine bir devlet, bir millet bilimi,fen ve teknolojiyi elde edememiş , kazanamamış ve bu güce ulaşamamışsa o devlet ve millet zillet içinde yaşar, tehditlerle başkalarına boyun eğerek yaşamak zorunda kalır ve ancak modern köle nitelemesi ile anılır. Yukarıdaki ayetlerden anlıyoruz ki “kul hakkına harfiyen bağlı kalan onu koruyan zulme geçit vermeyen, adaleti tam uygulayan, olmazsanız; bir de sanayinin de fenninde her türlü iletişimin de kaynağı olan bilim sahasını ihmal ederseniz “demir” temeli olan silah sanayisi de dâhil atoma kadar her maddi gücü düşmanın eline teslim etmiş iseniz, siz de o efendilerin kölesi olmaktan kurtulamazsınız”. İşte ilahi ikaz budur. Bu saydığım ilke ve sahalarda Osmanlı Devleti kuruluş ve yükseliş devirlerinde bu güçlere sahipti. Konumuz gereği Fatih Sultan Mehmet zamanına ait bir hikayeyi nakletmek istiyorum. Fatih, İstanbul’u fethetmiştir. 29 Mayıs 1453, üç gün sonra . Genel af çıkmış ve tüm mahkûmları salıvermişlerdir. “Siz Bizans’a karşı suçlu görünüyordunuz, artık Bizans diye bir şey yok,sizin suçunuz da yok, çıkın dışarı. Hapishaneler boşalmış, mahkumlarda bir sevinç , bir sevinç…. Ancak üç kişi çıkmayı reddetmiş va hapishaneden çıkmamışlar, Fatih sorduruyor çıkmayışlarının sebeplerini, Bu üç mahkum : -N’olacak siz de onlar gibi yapmayacak mısınız. -Onlar kim? -Bizans kral ve yönetimi - Siz ne yaptınız da ne suçunuz vardı da kıral sizi hapse attırdı? -Biz bilim adamıyız, sosyal bilimlerde uzmanız. Devletlere ve toplumlara ömür biçeriz. Bizans’a da ömür biçtik. “ Yakında yıkılacaksınız.” Dedik . Bu konuşma Fatihe iletilir, Fatih Sultan Mehmet: - Benim tam aradığım insanlarsınız. Size en yüksek memur maaşı veriyorum, çıkın benim ülkemi de gezin dolaşın ve devletime de ömür biçin, çok da memnun olurum, der. - Bu üç bilim adamı Anadolu’yu gezip dolaşmışlar, işe mahkemeleri inceleyerek, adaletin nasıl işlediğine bakmış ve tanık olmak istemişler. Görmüşler ki mahkeme binaları var, kadılar var, ancak davalı ve davacı yok. Üç yılda sadece bir olaya şahit olmuşlar. Olay şöyle: “ köyün birinde adamın biri tarlasını beş yıllığına ekip biçmesi için bir başkasına icara-kiraya vermiş. Kiracı çiftçi tarlayı ekip biçmek faaliyetinde iken nadas yaptığı bir yerde toprağa gömülü bir teneke altın sabanının demiri ile toprak üstüne çıkar. Çiftçi alır bir küp altını doğru toprak sahibinin yanına gider. “ Al bunları sabanının demirine takıldı, bunlar senin. Toprak sahibi de , -Hayır onlar senin, ben tarlayı beş yıllığına sana kiraya verdim paramı aldım, beş yıllık tüm ürünler senin.” O senin hakkın, öteki de o senin hakkın der. İşte bu yüzden mahkemede imişler. Bu duruma tanık olan Bizanslı üç bilim adamı İstanbul’a dönerler. Orda da bir mahkemeye tanık olurlar. Fatih Sultan Mehmet Mahkemede sanı sandalyesinde oturuyor, Kadı: Murat oğlu Mehmet ayağı kalk ! Sen bu adamın kolunu kesmişsin doğru mu? Fatih, “evet” der. Ve savunmasını yapar . Kadıya ve adalete göre Fatih suçludur. Karar : “Murat oğlu Mehmet adalet gereği mağdurun sol kolunu kesmişsin! Uzat kolunu aynı yerden senin de sol kolun kesilecek !!!!!!!.