Sevdiklerimizi Silahlandıralım!

Bizimki gibi eğitim sistemi birey üretmeyen ve birlikte hareket etmeyi seven toplumlar için "iletişim" kelimesi, haberleşme, komünikasyon gibi tercümelerinden daha geniş bir anlam ifade etmektedir. Basın-yayın faaliyetlerini kapsamı içine alan "iletişim," Yakınçağ'da Eşitlik, Adalet, Hürriyet ve Kardeşlik ilkelerinin siyasete tatbikiyle birlikte haberleşme anlamından uzaklaşarak siyasi bir derinlik kazanmıştır.

 

İletişim tarihinin "en devrimci asparagası" olan Mari Antuanet'in "ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" sözünün kitlesel etki kabiliyeti, Jan Jack Ruso, Robezpiyer ve Volter'in tüm kitaplarından daha yüksektir. Cumhuriyetçiler, sözün Kraliçeye ait olmadığını, ikiyüz yıl sonra, yani rejim tamamen yerleşince itiraf etmişlerdir. Abdülhamid'in matbuat sansürü, Atatürkle ilgili yalanlar, Menderesle ilgili yalanlar, Başbuğ'la ilgili yalanlar, Devlet Beyle ilgili yalanlar hatta yerine göre Yıldıray Çiçek ve Şükrü Alnıaçık'la ilgili yalanlar, kitle dizayn çalışmalarında medyanın hiç bir zaman ve zeminde gözardı edilemeyeceğinin bilinen kanıtlarıdır.

 

Demokrasi ile birlikte gelişen "İletişim, günümüzde atom bombasından daha etkili bir silahtır. Soğuk savaşı kapitalistlerin kazanmasıyla birlikte sermayenin hükmüne giren ve pazarlama yönü ağır basan iletişim kabiliyeti, egemen siyasi gücün tesisinde "birinci kuvvet" halini almıştır.

 

Güçlü olmak, iktidar olmak, dünyaya hakim olmak gibi idealleri olan milletlerin bu kuvvetten sarf-ı nazar etmesi mümkün değildir. Bir haber veya bilginin kitlelere "iletiliş şekli," hükümetler devirmekte, seçimler kazandırmakta, sivil ve postmodern darbeler yaptırmaktadır. İdeolojik savaşları, iletişim silahlarından yoksun olarak kazanmak için mucize gerekmektedir.

 

Bugün, davaya sadakatimizin seviyesini yüreklerimiz ve imanımızla değil de medya gücümüzle ölçmeye kalksalar, Allah korusun hepimiz Ülkücülükten sınıfta kalırız.

Dünyada moda trendlerin ve popüler akımların özel iletişim silahına ihtiyacı yoktur; çünkü genel medya gücü, zaten giderek nefse hitap eden bir "hayvan çiftliği bülteni"ne benzemiştir. Milliyetçilik ise bu alanda öksüz ve yetim bir ideolojidir. Bunun sebebi, iletişim silahlarını kuşanma konusunda Yahudilerin erken davranmalarıı ve ogün bugündür Milliyetçilikle savaşmalarıdır.

Özellikle Amerika'daki etkin medya kuruluşlarının Yahudilerin elinde olması bir tesadüf değildir. Katı gelenekleri olan Kralları ve dogmatik saplantıları olan Papazları kandırmakta zorlanan Siyonistler, paraya hakim olarak siyasi partilere, neşriyata hakim olarak da onların seçmenlerine istedikleri siyasi davranışları yaptırabilirlerdi. Önceleri basit asparagaslarla başlayan bu iletişim hamleleri, günümüzde yüksek psikolojik tekniklerin kullanıldığı "algı yönetimi" teknikleriyle daha da güçlenmiştir.

Reformlar ve ihtilallerle "Katolik taassubu"ndan zor kurtulan Yahudilik, bu kez de kendisini "Milliyetçiliğin" tehdidi altında hissediyordu. Hele de dinle senteze giren bir Milliyetçiliğin, Yahudilere dünyayı dar etmesi işten bile değildi. İsrail'in kurulmasına BM'de "Evet" oyu veren ülkeler, bu ülkelerdeki "Milliyet" kavramını sulandıran Mason kulüplerinin kuruluş tarihleriyle birlikte incelendiğinde Siyonistlerin, 1897'den 1947'ye kadar ne ile meşgul oldukları daha iyi anlaşılacaktır. Denklem şudur: "Ne kadar Mason, o kadar İsrail'e evet!.." Tabii ki İşvereni, "reklamvereni" Rotarienlerden, bürokratları, diplomatları Lionslardan oluşan bir ülkede medyanın bu siyonist çarkı yağlamaktan daha büyük bir işlevi olamazdı.

Yahudiler, kendilerini sistemden ayıklama mecburiyeti bulunan "Ulus devlet"in temel felsefesi olan Milliyetçiliği itibarsızlaştırmak için önce sınıf ideolojisi olan "Marksizm"i, telif ettiler. Sonra da Nazizmi finanse ettiler.

2. Dünya savaşından sonra da Siyonistler, entelektüel rotayı, önce "Sosyal Demokrasi"ye sonra da "Açık Toplum İdeali"ne doğru çevirdiler. Böylece dünyada Milliyetçiliğe karşı yeni bir savaş başlatıldı. Bu savaşta Milliyet kavramını reddeden eski Marksistler kadar, milli savunma bilinciyle kavmiyetçiliği birbirinden ayırma zahmetine katlanamayan, iktidar hırsıyla gözü dönmüş "ılımlı İslamcılar" da Siyonistler tarafından kullanılmaya elverişli hale getirildi.

Yahudi ağırlıklı "finans- kapital"in hâkim olduğu ve "iletişim gücü"nü eline aldığı günümüz dünyasında "Müslüman Türk" olmanın ve "Ülkücülüğün" zorluğu işte bu tarihi arka planda yatmaktadır.

Ülkücülerin ihmal ettiği hususlardan biri, davalarının dünyevi ağırlığını ve kimleri rahatsız ettiğini bilmelerine rağmen düşmanın karmaşık gücünü önemsemeden yaşamaktır. Bu da Türk kültüründeki "sonunda nasıl olsa döveriz" öz güveninden kaynaklanmaktadır.

Oysa savaşların usulü ve silahların şekli değişmiştir. Zafere ulaşmak için sadece yürek ve bilek alanında değil, başta iletişim olmak üzere her alanda son derecede uyanık olarak, derviş sabrıyla yürütülecek derin ve uzun soluklu çalışmalara ihtiyaç vardır.

Ülkücülerin her türlü baskıya rağmen kendilerinden başka kimsenin satın alamayacağı, ikili oynamayan, patronunun ticari veya siyasi kaygılarıyla değil Ülkücü kaygılarla yönetilen bir tane günlük yayın organı vardır; oda "ORTADOĞU"gazetesidir.

Süsü püsü eksiktir, akili- mankeni, Robertlisi-St. Jozeflisi, "gay"i-geyiği, magazini-televolesi yoktur. Bu yüzden de onu sadece Ülkücüler okur. Ama "ORTADOĞU," 41 yıldır partonundan yük işçisine kadar "bizim"dir.

İletişim savaşlarında tutukluk yapmayan "tek tabanca"mız olan Ortadoğu'nun daha çok okuyucuya ulaşması için bu satırları okuyanlara ne diyebilirim ki? Okuyucularıma bütün kalbimle teşekkür ettikten sonra sadece şunu söyleyebilirim. "Vur de vuralım, öl de ölelim" dedik diye konuşuyorum: İletişim savaşları çoktan başladı ve Ortadoğu'dan başka mürekkep kokulu bir silahımız yok! Eğer vuracaksak "Ortadoğu'yu kuşanmadan" sokağa çıkmayalım ve en yakınlarınızdan başlayarak...

 

"Sevdiklerimizi silahlandıralım!.."