Manisa Saruhanlı’dan bir vatan evladı… Henüz 18 Yaşında.
İmam Hatip son sınıfta evlenir ki üç beş günlük damattır daha.
Bir bakar darbe olmuş (12 Eylül 1980) apar topar alınmış karakola. Karıştığı hadise var mıdır, yoksa kulp mu takılır bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki isnat edilen suçları kabul etmeyecektir asla. 3 Haziran 1983 günü radyo ve televizyonda idam edildiğine dair haberler yayınlandığında, emniyete götürülmüş sıkıştırılmaktadır hâlâ...
Kalem kıranların vicdanları da rahat değildir anlaşılan. İşkence iki gün sürecek ve bir şey alamayacaktırlar ondan. Ne belge, bilgi, ne itiraf, ne imza…
Lakin koskoca konsey başkanı “asılsın” buyurmuştur, dönecek değillerdir ya!
5 Haziran akşamı iki sivil memur Muradiye Camii imamı Abdullah Hoca’ya gelirler, “bi’ nikâhımız vardı hocam!”
-Buyurun gidelim tamam.
Araba Buca Cezaevinin önünde durur. Hâkimler, hekimler, cankurtaranlar… Anlar ki yine darağacı kuruldu avluya…
Abdullah Hoca daha evvel solcu gençlerin infazına getirilmiş ancak onlar “biz Allah’a, kitaba inanmıyoruz” deyip dinî telkini reddedince bükmüş boynunu çekilmiştir kenara.
Elbette endişelidir, terslenmekten çekinir ne de olsa.
Derken kapı açılır, elleri arkadan kelepçeli iki mahpus (Selçuk Duracık ve Halil Esendağ) içeri alınırlar. Gençler “Selamün Aleyküm” derler sıcak, mülayim bir ses tonuyla.
Üzerlerinde kefene benzer libaslar, başlarında akça pakça namaz takkeleri ve ayaklarında bu gün için saklandığı belli çoraplar vardır... Kar beyaz ama!
Sanki eski bir dost gibidirler, bir yerlerden aşina. Odadakilerle bakışır gülümserler. Ne bir tavır, ne bi’ eda.
Tabip sorar “Herhangi bir şikâyetiniz?”
“Yok, elhamdülillah” derler “taş gibiyiz evvel Allah”.
-Son arzunuz?
-Mümkünse cenazelerimiz ailemize verilsin, o kadar.
Hocaefendi “Kardeşlerim” der, “Dünya bir imtihan koridorudur. Ölüm ise ahiret hayatına açılan kapı. Ne mutlu bu yola Allah teâlâya iman ederek çıkanlara...”
Gençler ikişer rekât namaz kılar, son dualarını yaparlar. Nur alâ nur, bir sükûnet oturur simalarına.
Ortalık nasıl sessiz, ökçeler çınlar avluda. Projektörler yanınca sehpa daha bir büyür sanki kara kara gölgeler yollar sağa sola. Yağlı urgan tehditkârdır, hafif hafif salınmakta...
Ürpertici bir manzara... Hoca efendi: “Yaşım altmışı geçmiş” de, “alacağımı almışım dünyadan. Buna rağmen ürkmedim desem yalan olur. Elim ayağım titredi heyecandan.”
İnfaza Selçuk’tan başlarlar. Yafta asılır boynuna, delikanlı dimdik yürür sehpaya.
- Allah’a gidiyorsun Selçuk.
Tebessümle başını sallar: “Biliyorum hocam, inşallah!”
Tekbir getirir, tevhit söyler, zikri hiç kesmez son ana kadar. Boynuna urganı geçirirken celladına bir şeyler fısıldar. Adamın yüzü değişir, allak pulluk olur âdeta.
Cellat sandalyeyi çeker, o malum çatırtı. Bedeni döner döner ve yüzü kıbleye gelince durur hizada. Hekim tamam deyince alır, masaya yatırırlar, manalı bir tebessüm, sanki başka âlemlere bakmakta.
Halil, “Darağacında slogan atacak mısın” diye soran arkadaşlarına “Hayır” demiştir: “Asla!” Son cümlesinin kelime-i şehadet olmasını ister zira. Yürekli bir çocuktur, intihar olmasın diye tabureyi tekmelemeyecektir, ölümden korktuğundan değil yoksa.
O da arkadaşı gibi eğilip bir şeyler söyler celladının kulağına.
Bedeni aynen Selçuk gibi döner, yüzü kıbleye gelince, son nefesini verir uzunca bir solukla. Boğazından urganı çıkarıp masaya yatırırlar. Gözleri yarı açıktır, belli ki güzel şeyler seyretmektedir o anda.
Abdullah Hoca göz kapaklarını çeker, çenesini bağlar. Yasin-i şerif tilavetine başlar. Mesleği icabı çok ölü görmüştür ama bunlar başka... Salih bir müminin uyku hâli vardır simalarında.
Cellat duvarın dibine çökmüş, elleri şakaklarında. Hoca efendi çıkarken yaklaşıp sorar “sahi ne söylediler sana?”
- Belki inanmayacaksın ama hakkını helal et dediler hocam. Bize genelde küfredilir oysa…
Halil ölmeden ölen bir gençtir. Allah’tan (Celle Celalüh) ne gelirse başı üstüne. Kahrın da hoş der, lütfun da...
Devletin vereceği idam gömleğini istemeyecek kadar hassastır, idam hâli bu, ola ki yırtılır, kirlenir zeval gelmesindir milletin malına. Kendine o güne has bir libas yaptırmak ister, bezi helal parayla alınsındır ama...
Koğuşta 23 ülkücü vardır, bakın şu işe ki alayından çıkan para bir bez alamaz. O günlerde içlerinden birine beyaz bir nevresim gelmiştir, terzi ustaca keser biçer, cübbe kefen arası bir şey çıkarır onlara.
Tamam, olmuştur işte. Eğer namazlarını bununla kılar, zikre bununla otururlar ve gözyaşlarıyla yuğup yuğup yıkarlarsa…
Halil’in bir niyazı daha vardır Cenâb-ı Hakk’tan. Ah ruhunu, yağmurun hafif hafif çiselediği bir seher vakti teslim edecek olsa.
Arzu işte... Nelere kadir değildir ki yüce Mevla!
Buca Cezaevi'nde o gün alışılmadık bir hava vardır. Gazeteler bırakılmamış, mazgal açılmamıştır. Bu “infaz var” demektir temayüllere bakılırsa. Yine kimi sallandıracaklardır acaba? Terzi geçerken fısıldar, “Halil ile Selçuk’u asacaklar haberiniz ola!”
Koğuş buz keser âdeta. Ne yapabilirsin ki? Derhâl abdestler alınır, seccadeler yayılır, okumasına bilen Mushaf-ı şerifini açar, bilmeyenler tespihlerine sarılırlar.
Duvar, duvar, katil duvar.
Dua ile ulaşabilirler anca...
Gece yarısına kadar iki hatim indirir, sık sık parmaklıklara çıkar Salat-ü selam yollarlar Server-i Kâinata... Bu yanık seda arkadaşlarının hücrelerine de ulaşıyordur mutlaka... Şafak sökerken serinlik çöker, inceden yağmur atar. Hani toprak kokusunu yükseltecek kadar.
Tuhaf! Şu kavruk İzmir haziranında!
Koğuştakiler ağlamaklıdır. “Halil’in duası kabul oldu arkadaşlar!”
Ölüme özenilir mi?
Nasıl özenilmez, birazdan can vereceğini biliyorsun ve sana tövbe, helalleşme, kelime-i şehadet imkânı tanınıyor. "
Halil Esendağ mahkemeye gidiyordu. Yüzü çektiği çilelerle temizlenmiş, parlatılmış gibiydi. Mahkûmlar ikişer ikişer kelepçelenerek ring araçlarına bindirildi. O konuşurken bütün dikkatim satır aralarına gizlenmiş gerçek düşüncelerindeydi. Acaba korkuyor muydu? Acaba herhangi bir irade zaafı geçirmiş miydi? Vakit ilerledikçe Halil'in tek kelime ile onu yendiğini ve ona çoktan hazır olduğunu görülüyordu. Ölümden bahsederken gülüyor, " Allah (c.c)'tan ne gelirse baş üstüne" diyordu.
Bir mahkûm, "Gönderdiğimiz gelinlikleri aldınız mı?" diye sordu Halil’e. O da, "Aldık" dedi. "Nasıl oldu" deyince de "Biraz uzun oldu" dedi.
"Nedir bu gelinlik? Ben bir şey anlayamadım" dedi mahkûmlardan yeni gelen. Yanındaki anlatmaya başladı; “Geçen mahkeme Halil bizden iki kefen istedi. Devletin idam esnasında giydirdiği kefenin torba gibi bir şey olduğu, o kefenleri giymeleri halinde ellerinin, kollarının içerde kalacağını, rahat can çekişemeyeceklerini söyledi.
Biz de koğuşa dönünce, elimizdeki avucumuzdaki parayı bir araya getirdik, iki kefen alacak parayı bulamadık. Koğuşta 23 kişiyiz, üzerimizden iki kefen parası çıkmadı. Sonunda bir arkadaşımızın ailesinin getirdiği iki beyaz nevresimi cezaevi terzisine diktirerek onlara gönderdik. Gelinlik dediğimiz onlara gönderdiğimiz kefenlerdi.” 23 ülkücü iki kefen alacak parayı bulamıyordu. Ama hâlbuki tam o sırada Türkiye'de, Avrupa'da paralar toplanıyor ama nedense bir türlü cezaevine ulaşamıyordu.
Bu hareketin kefen soyuculuktan zengin olan nice haini şimdi itibarlı adam rolünde geziyor; ama kim kimden hesap soracak?
Mahkeme salonunda duruşma saatini beklerken koluna kelepçeli mahkûm Halil'e sordu: "Nasıl bir gecede asılmak istersin?" Halil biraz düşündü sonra cevap verdi:
"Yağmurun hafif çiselediği bir gecede..."
Mahkeme dönüşü Buca Cezaevi'nde kapı altında Halil’i diğer mahkûmların arasından başka bir âleme götürür gibi çekip aldılar.
4 Haziran’ı 5 Haziran'a bağlayan baharın bütün tazeliği ile kendini gösterdiği böyle günlerden biriydi. Şairin dediği gibi, "Bahar gelmiş, çiçek açmış neyleyim.” İki gündür koğuşlara gazeteler gelmiyordu. Öğlen olmuştu, mahkûmların içine kurt düşmüştü. Acaba kim? Bugün kimi asacaklar? Bir fırsatını bulan cezaevi terzisi kapıya gelerek mazgalı açmış ve o korkunç haberi vermişti, "Bahçede sehpa kuruluyor, bu gece Halil'le Selçuk'u asacaklar!.."
Koca bir koğuş bir anda depreme uğramış gibi sarsılmıştı. Önce ürkütücü bir sessizlik ve şok hali yaşamış, sonra çaresizlik içinde ne yapacağını bilmeyen ülkücüler sağa sola koşuşturmaya başladılar. Bu koşuşturma ölüm korkusunun veya panik halinin bir neticesi değil, çaresizliğin, onlara ulaşamamanın bu zor saatlerde onları teselli edememenin bir neticesiydi. Acaba kararı radyodan duyunca ne demişlerdi? Genç yüreklerine korkunun hançeri batmış mıydı? Bütün bir koğuş tek bir kalp olmuş onları düşünüyor onlarla ölümü paylaşıyorlardı. Kur-an bilenlere cüzleri dağıtarak gün boyu sabaha kadar Kur-an okudular. Yapacakları tek şey vardı, o da, dua ve Kur-an'la onlara ulaşmak...
Gece saat 24.00’e kadar iki hatim indirdiler. Akşam olunca saat 21.00’den itibaren her yarım saatte bir koğuş penceresine çıkarak, sela okumaya, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'e salat-ü selam getirmeye başladılar. Koğuş penceresinden yükselen sesin, onların ölümle dolmuş hücrelerine kadar girdiğine inanıyor, salat-ü selamları o duygularla okuyorlardı.
Cezaevinde idamların infazı 01.00’de olurdu. Son defa sela okumak üzere pencereye çıktılar. Halil'in mahkeme salonunda iken söylediği sözler akıllarına geldi, "Yağmurun hafif çiselediği bir gecede asılmak isterdim."
Elini koğuş parmaklıklarından dışarı uzattı, avucunu göğe doğru açtığımda aman Allah'ım bir yağmur Halil'in duasına icabet edercesine çiseliyordu. Kendi kendisine "Ah Halil'im! O gün Rabbimizden güneşleri yağdırmasını isteseydin, Rabbim o güneşleri bile yağdırırdı" diye mırıldandı.
Bir koğuş göklerle birlikte Halil ve Selçuk'a ağlıyordu.
Yorgun bir geceden sonra gardiyanların, "müdür çağırıyor" çağrısıyla uyandı. Cezaevi müdürü üç kişiyi odasına çağırmıştı. Halil'in asılmadan önce her birine ayrı ayrı yazarak bıraktığı hediye ve emanetleri bize takdim ediyordu. Eşyalarını alarak koğuşa geldik. Halil'in son anda yazdığı yazıları bizi rahatlatmış, ölüme metanetli gittikleri konusundaki kanaatlerimizi pekiştirmişlerdi.
Nitekim koğuşa geldikten sonra bazı gardiyanlar idamı anlatarak: "Bu gece Buca'ya rahmet yağdı" demişlerdi. Önce Selçuk, sonra Halil idam edilmişlerdi. İkisi de sehpaya metanetle gelmiş, Kelime-i Şahadet getirdikten sonra altlarındaki sehpa çekilmişti. İpte bir müddet sallandıktan sonra sanki ilahi bir el uzanarak ikisini de kıbleye çevirmişti. Bir gardiyan, "Halil'i indirdiğimizde başındaki takke yana düşmüş, hafif yatmıştı. Biz böyle bir şey görmedik." diyordu.
Sonra infazda bulunan Buca Muradiye İmamı şöyle diyordu. "Bana hiç evliya gördün mü diyenlere, evet... Halil ile Selçuk'u gördüm diyeceğim..."
Halil'in emanet ettiği eşyaların hepsini tek tek incelediler. Özel eşyalarını ayırdılar. Notlarını okudular, notlar daha çok kılınan kaza namazları ile tutulan oruçların listesiydi. Ölümle ilgili ayet ve hadisler bir sürü ilmihal bilgisi ile ilgili notlar.
Eşyalar arasında gazete kâğıdına sarılmış küçük bir paket dikkatini çekti. Çorap ve iç çamaşırı olacağını sanmıştım. Açıp baktılar ki, "Etrafı oyalı yeşil bir başörtüsü." O an herkes duygulandı gözyaşlarına mani olamadılar. Bütün koğuş ağlıyordu.
Rahmetli Halil tutuklanmadan kısa bir zaman önce evlenmiş, murad alamadan hapishane köşelerine düşmüştü. İhtimal ki; iki buçuk yıl kaldığı ölüm hücresinde eşinin başörtüsü onun dert ortağı olmuştu.
Dağıtabilir eşyaları dağıttıktan sonra, kalanları postayla babasına gönderdiler. Halil'in babası çok dindar, çok mütevekkil bir adamdı. Annesi de öyle. Eşyaları gönderdikten takriben iki hafta sonra Halil'in babasından koğuş arkadaşlarını ürperten bir mektup geldi. Şöyle diyordu,
Halil'in annesi; oğlum şehit oldu mu? Olmadı mı? Diye çok üzülüyordu. Bir gece rüyasında kendini cennette görüyor. Bütün sahabeler toplanmış Hz. Peygamber(s.a.v.)'i bekliyorlar. Halil'in annesi hanım sahabilerden birine yaklaşıp soruyor: Bugün burada ne var ki böyle toplanmış bekliyorsunuz!
Hanım sahabi cevap veriyor: “Bilmiyor musun, bugün burada şehit Halil Esendağ'ın düğünü var. Nikâhını Hz. Peygamber (s.a.v.) kıyacak onun için burada toplandık” diyordu.
Halil de, Selçuk da bir büyük davaya gönül vererek gittiler. Arkalarında onları ebediyen yaşatacak bir destan bıraktılar....

*

İdam edilmeden önce yazdığı mektup;

“Bismillahirrahmanirrahim. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla;

Devamlı var olan, O'ndan O'nunla varlıkta duran, varlığın başlangıcı olmayan...

Zatında, sıfatlarında ve işlerinde benzeri olmayan, yaratılmışların hiçbirine benzemeyen, Diri, Bilici, İşitici, Görücü , Gücü Yetici, Söyletici, Yaratıcı olmak, sıfatlarına sahip olan Allah u Teala'ya yarattıklarının sayısı kadar hamd-ü senalar olsun, "inşallah".

Bütün dualar ve iyilikler, O'nun Peygamberi ve en sevdiği kulu, velisi, insanların her bakımdan her güzeli, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz'e, yıldızlar kadar parlak olan sevgili aline ve ashabına bunları sevenlere, izlerinde gidenlere, İslamiyet'in muzafferiyeti için şehit düşenlere olsun, inşallah.

"Es-Selamü Aleyküm" Pek muhterem babacığım ve anneciğim. Gönül dolusu sevgi; hürmet ve hasretle kucaklaşır, muhabbetlerimle her iki ellerinizden öperim.

Ayrıca Hüseyin abime, Yüksel ve Gülsen kardeşlerime, muhterem dedeme, anneanneme, teyzeme, dayılarıma, yengelerime ve halalarıma ayrı ayrı selam eder, sevgi ve hürmet ile büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. Cümle Ümmet'i Muhammed ile birlikte sizlerin de sağlık, sıhhat, saadet ve metanet üzere olmanızı Rahman ve Rahim olan Rabbimden can-ı gönülden niyaz ederim.

Muhterem babacığım ve anneciğim, bu mektubu son ebedi yolculuğumuz olan Allah'ın huzuruna çıkmadan önce yazmış bulunuyorum. Yüce Mevla'm sizlere sabır ve dayanma gücü versin. Benim ve sizlerin başına gelen her ne ise, Cenab-ı Mevla'mızdan gelmiştir. Onun için sabır edin, şükredin ki, geçmiş ve gelecek günahlarımız, Mevla'mın vermiş olduğu musibetlerle temizlensin.

Aksi halde sabır etmezsek, Mevla'mızın daha çok musibet belaları üzerimize gelir. Onun için hiç üzülmeyin. Çünkü Yüce Mevla'mız bir Ayet-i Kerime'de şöyle buyurmaktadır: "Kullarımdan birisine bedeninde veya malında veya evladında bir musibet yönelttiğim zaman, sonra da o da güzel bir sabır ile karşılarsa, kıyamet günü onun için mizam kurmak veya onun için defter açmaktan haya ederim." Durum böyle olunca bizlere güzel bir sabır ve şükretmek düşüyor.

Yine Yüce Rabbimiz "Ben musibetleri sevdiğim kullarıma veririm" buyurmaktadır. Böyle olmasaydı Yüce Peygamberimiz musibetleri vermezdi. Hatta Yüce Peygamberimize (S.A.V.) Efendimiz duasında şöyle diyor: Ya Rabb bana yakın ver ki, musibetler bana kolay ve hafif gelsin.

"Rivayet ediliyor ki, Süleyman (Aleyhisselamın) oğlu vefat etti, Süleyman (A.S.) bundan dolayı çok üzüldü. Bunun üzerine iki melek kendisine geldi. Birisi dedi ki: "Ben tohum ektim, biçecek zaman geldiğinde buradan bir adam geçti, ziraatımı mahvetti." Bunun üzerine Süleyman (A.S.) diğerine sordu: "Sen ne diyorsun?"

O da dedi ki: "Ben caddeden yürüyordum, ziraatın üzerine geldim. Sağa ve sola baktım ki, yol ziraatın önünden geçiyor." Süleyman (A.S.) ziraatın sahibine: "Neden yola ektin, bilmez misin, millet için yol gereklidir." Ziraat sahibine de: "Sen niye çocuğa üzülüyorsun, bilmez misin ki ölüm ahiret yoludur?" dedi Süleyman (A.S.) gafletini anladı, Rabbine tövbe etti.

İşte babacığım ve anneciğim, sizlerde sakın üzülmeyiniz. Yüce Mevla'mıza sabır ve şükrediniz. Bizim için böylesi daha hayırlıdır belki, bunu bilemeyiz. Mevlamız günahlarımızı affeylesin inşallah.

Peygamberlerden bir tanesi Rabbine şikayette bulunarak dedi ki; "Ya Rab... Mümin kulun sana itaat ediyor. Günahlardan uzaklaşıyor, sen ondan dünyayı alıyor, ona bela veriyorsun. Kafir kulun günahkar oluyor. Sen ondan belayı uzaklaştırıyorsun. Dünyayı onun için yayıyorsun. Bu nasıl olur?.. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, o peygambere vahy göndererek, buyurdu: "Kullar benim. Bela da benimdir. Her birisi benim hamdimde tesbih eder. Mümin kulumun üzerinde günahlar olur. Ben dünyayı ondan alır, belayı veririm.

Bela o kulun günahlarının kefareti olur. Ta ki, benim huzuruma gelinceye kadar. Huzuruma geldiğinde de sevaplarının mükafatını ona veri-rim. Kafirin de sevabı olur. Onun rızkını genişletirim. Belayı ondan uzaklaştırırım. Sevaplarının mükafatını dünya ile ona veririm. Ta ki, benim huzuruma gelinceye kadar. O zaman da günahları ile cezalandırırım."

İşte böyle babacığım ve anneciğim. Sizler ne kadar çok sabrederseniz, ben de ebedi istirahat hanemde huzurlu ve rahat olurum, inşallah. Bir Hadis-i Kutsi'de şöyle buyrulmaktadır: "Ey insanoğlu! belama sabreden benden razı olmuş olur. Sabretmeyen, nimetlerime kanaat getirmeyen kendine başka "Rabb" arasın. Ey insanoğlu! Belama sabreden benden razı olur."

Sizlerin sabredeceğini biliyorum. Eğer beni biraz seviyorsanız sakın ağlamayınız, üzülmeyiniz, Çünkü Peygamberimiz bir Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyuruyor: "Ölümü üzerine yas tutulan kimse, kıyamet gününde bu yüzden azaba uğratılır."

Mehmetçik donarken aklını oynattı Sarıkamış ah ki ne ah! Mehmetçik donarken aklını oynattı Sarıkamış ah ki ne ah!

Sizler de benim azap, görmemi istemiyorsanız sakın ağlamayın ve yas utmayın, beni ebedi istirahat hanemde rahatsız etmeyin. Dualarınızla beni rahatlatın. Sizler ne kadar sabrederseniz beni o kadar sevindirmiş olursunuz. Dualarınız için şimdiden Allah (c.c.) sizden razı olsun, "İnşallah". Muhterem babacığım ve anneciğim... Yüce Mevla'mız nasip et ki, sizleri son olarak görmeyi biz aciz ve garip kullarından esirgemedi. Sizlere ziyaretle söylemek nasip olmayan helalleşmemizi artık burada yazmak istiyorum.

Canım babacığım ve anneciğim, biliyorsunuz ki, babanın ve annenin hakkı evlatlar üzerinde çok büyüktür. Ben oğlunuzu bu yükten kurtarın ve hakkınızı helal ediniz ki, bizler de Mevla'mızın huzurunda perişan olmayalım. Ayrıca dedem, anneannem, teyzem, dayılarım, yengelerim, halalarım, Hüseyin abim, kardeşlerim Yüksel ve Gülsen de üzerimde olan haklarını helal etsinler. Beni soran, seven akraba ve Müslüman kardeşlerimizle de benim için helallesin. Beni bu büyük yükten kurtarın. Benim hakkım varsa hepinize helal olsun.

Muhterem babacığım ve anneciğim, Cenab-ı Mevlamız sırasıyla hepimizi huzuruna alacak. Sizler sabr ve şükrederseniz, orada inşallah beraber olacağız. Yüce Rabbimiz cümle ümmeti Muhammed ile birlikte bizleri de dergahına kabul, rızasına mazhar, yüce Peygamberimiz (S.A.V.) şefaatine nasip edip, ebedi saadete ulaşmak nasip eylesin inşallah.

Muhterem babacığım ve anneciğim, burada aciz satırlarıma ve mektubuma son verirken Cenab-ı Allah (c.c.)'m rahmeti, mağfireti, af, feyz ve bereketi, yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizin şefaati sizlerin ve cümle ümmetinin üzerine olsun, inşallah. Allah (c.c.)'a emanet olunuz.

Ölüler için yapılan dualar, nurdan yapılmış tabakalarla onlara takdim edilir. (Hadis-i Şerif)

Ölümü üzerine yas tutulan kimse, kıyamet günü bu yüzden azaba uğratılır. (Hadis-i Şerif)

Ölüye, kendisinin üzerine yas tutulması sebebiyle, kabirde azap olunur. (Hadis-i Şerif)

Yüce Rabbimize kavuşuyoruz. Onun için bizler üzülmüyoruz. Sizler de üzülmeyin.

Aciz ve garip oğlunuz

SELÇUK DURACIK

Haziran 1983

Editör: Kerim Öztürk