Biliyorsunuz Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ Silivri Zindanlarında tutsak... Onun İstanbul Çağlayan'da dün yapılan duruşmasına gittim ve hemen arkasında oturarak tarihi bir önem kazanan davaların ilk  duruşmasını baştan sona dikkatle izledim.

Duruşmada hakim, savcı ve şikayetçi tarafın avukatlarının beden dilleri beni çok rahatsız etti. Sebebi ise gözümün önüne 1944 yılında görülen "Türkçülük Davası"nın gelmesi idi.

Türk Ocaklarının eski başkanlarından Nuri Gürgür 1944 yılındaki dava ile ilgili olarak bakın neler diyor:
 

"3 Mayıs 1944’te Ankara’da yaşanan olaylar; sebepleri, sonuçları ve etkileri açısından Türk milliyetçiliği tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Çünkü olaylar sadece Adliye Binası ve Anafartalar Caddesi’yle sınırlı kalmadı. “Millî Şef” sıfatıyla bütün yürütme yetkilerini elinde bulunduran, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, olayların arkasında, bunları düzenleyen tehlikeli bir grubun bulunduğuna kesin olarak inanıyordu. Bu gruptakilerin vatanseverlik görüntüsü altında “Irkçı-Turancı” görüşleri yaymaya çalıştıklarını, bunun millî güvenliğimizi ve dış ilişkilerimizi tehdit anlamına geldiğini öne sürerek yetkililere, faillerinin derhâl ortaya çıkarılması talimatını verdi; çeşitli mesleklerden onlarca aydın ve üniversite öğrencisi gözaltına alınıp soruşturma başlatıldı.

İnönü ve hükûmet yetkilileri, bu olayların baş sorumlusunun Nihal Atsız olduğuna inanıyorlardı. Atsız Beğ, Özel Boğaziçi Lisesinde öğretmendi. 1930’dan sonra çok sınırlı maddi imkânlarına rağmen çıkardığı dergilerle varoluş sebebi saydığı Türk milliyetçiliğine mistik bir heyecan içerisinde hizmet ediyordu. Genç yaşından itibaren bu uğurda çeşitli baskılarla karşılaşmıştı. Dönemin tarih konusunda resmî tezlerindeki yanlışları eleştirdiğinden, önce üniversiteden uzaklaştırılmış; daha sonra öğretmenlikten kovulmuş, çıkardığı dergiler kapatılmış, ezilip sindirilmeye çalışılmıştı. Ama ne yapılırsa yapılsın çizgisinden en ufak sapma olmadan inandığı değerlere, Türk milliyetçiliği ülküsüne, Türkçülük düşüncesine hizmetini sürdürüyordu. Yüksek karakterli, şahsiyetli, inançlarından ödün vermeyen örnek bir ülkücü ve dava adamı olmasının yanı sıra çok yönlü bir fikir adamı ve çok sayıda okuyucusu olan, okunan bir yazardı. Türkçeyi konuşurken de yazarken de mükemmel kullanırdı. Şairdi, çok güzel şiirleri vardı. Türk tarihi ve kültürü üzerinde yaptığı araştırmalardan kaynaklanan tespitleri ve birçok görüşü tarihçiler arasında kabul görüyor, benimseniyordu.

İkinci Cihan Savaşı’nın bütün şiddetiyle sürdüğü dönemde, Türk milliyetçiliği çizgisinde yayımlanan bir derginin olmayışına üzülüyor; bu eksikliği gidermek amacıyla bazı girişimler de yapıyordu. Sonuçta epeyce uğraşarak Bakanlar Kurulu’ndan gerekli müsaadeyi aldı ve 1 Ekim 1943’te Orhun dergisini on yıl aradan sonra yeniden çıkarmaya başladı. Dergi’nin Mart sayısında, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitaben yazdığı “açık mektup”, kamuoyunda geniş yankı buldu. Atsız Beğ, mektubunda birkaç örnek vererek komünistlerin ülke genelinde yoğun şekilde çalıştıklarını, devlet kadrolarına yerleştiklerini anlatıyor; zaman geçirmeden önlem alınmasını istiyordu. Bu arada Saraçoğlu’nun 1942 yılında Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmasındaki “Türk’üz, Türkçüyüz, Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük, kan meselesi olduğu kadar vicdan ve kültür meselesidir.” cümlelerine de yer vererek bu ifadenin gereğinin yapılmasını hatırlatıyordu...

26 Nisan’da Ankara Adliyesindeki ilk duruşmada büyük izdiham yaşanır. Milliyetçi gençler, Atsız’a destek için gelmiş; salonu ve koridorları doldurmuşlardır. Atsız’ın çıkışları, Türk toplumundaki millî duyguları, Sovyet-Rus emperyalizminin ideolojik silahı olan komünizme duyulan tepkileri görünür hâle getirmiştir; coşku ve heyecan yüksektir.

3 Mayıs’taki duruşmaya izleyici alınmaz ve karar açıklanır. Nihal Atsız’a verilen 6 ay hapis cezası 4 aya indirilmiş, infazı ertelenmiştir. Adliye çevresinde toplanan binlerce üniversite öğrencisi, karara büyük tepki göstererek Ulus Meydanı’nda toplanır. Komünizm aleyhinde sloganlar atılır, Hükûmet istifaya çağrılır. Topluluk, emniyet güçlerinin sert müdahalesiyle dağıtılırken 165 genç tutuklanır. Hakkında erteleme kararı olmasına rağmen Nihal Atsız da gözaltına alınır. Ardından bir iki gün içerisinde onunla bir şekilde ilişkisi bulunan elliden fazla milliyetçi aydın, farklı şehirlerde yakalanıp İstanbul’a getirilir; nezarete alınıp sorgulanırlar.

Sorgulama tarzı ve nezaret ortamı, yargılama ve soruşturma tarihimiz açısından bir faciadır, yüz karasıdır; henüz haklarında tutuklama kararı bile verilmemiş olan insanlara “tabutluk” adı verilen, bir kişinin zor sığdığı, sıcak, daracık hücrede, tepelerinde 150 mumluk ampul yakılarak aç ve susuz, günlerce işkence yapılır. Konuldukları suyu akmayan, pislik içerisindeki hücrelerde de benzer ortam vardır. Reha Oğuz Türkkan, bu yüzden bir gözünü kaybeder; bazıları hastalanır. Bu derece sert ve insanlık dışı uygulamanın sebebi, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün tavrıdır. 19 Mayıs’ta bayram dolayısıyla stadyumda yaptığı konuşma, aslında bir taraftan ilgililere talimat diğer taraftan Sovyetler Birliği’ne verilen mesaj niteliğindedir.

İnönü şöyle diyordu: “Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhâl düşman yapmak için bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar bilinçsiz ve vicdansız bu bozguncuların yalan dolanlarına Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyet’in bütün tedbirlerini kullanacağız.” Konuşmasında dış politikaya da değiniyor ve “Millî Kurtuluş Savaşı sona erdiğinde tek dostumuz Sovyetlerdi. Türkiye’nin ülke sınırları dışındaki Türkleri birleştirmek gibi amacı yoktur.”

Onun bu tarz bir konuşma yapmasının esas sebebi Sovyetler’den korkmasıdır. Çünkü Türkiye, savaşa girmemekle beraber, Almanya’nın 1943 yılına kadar üstün göründüğü, Rus topraklarında ilerlediği dönemde Hitler yönetimiyle ilişkilerini sıcak tutmaya özen göstermişti; hatta bazı devlet görevlileri gözlemci olarak Alman birliklerinin yanına gönderilmişti. Stalingrad’dan sonra dengeler değişip Kızılordu Doğu Avrupa’yı istilaya başlayınca Stalin’in Türkiye’yi, özellikle Boğazlar’ı hedef almasından endişe ediliyordu. Bir grup Türkçü aydın ezilerek Stalin’e şirinlik mesajı verilmek isteniyordu.

İsmet İnönü’nün konuşması, bir işaret fişeği etkisi yaptı; sanıkların daha mahkeme önüne çıkmadan kesin suçlu sayılmasına yol açtı. Aynı suçlayıcı ifadeler bütün gazetelerde günlerce birinci haber olarak yer aldı. Sanıkların Hükûmet’i yıkmak amacıyla örgüt kurdukları iddiasıyla sürekli yorumlar yapılıyor, kamuoyu buna inandırılmaya çalışılıyordu. Tutukluların bir kısmı suçsuz bulunarak bir süre sonra tahliye edildi.

7 Eylül 1944’te, 23 sanık hakkında İstanbul 1 numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesinde dava açıldı. Nihal Atsız, Prof. Dr. Zeki Velidî Togan, Dr. Hasan Ferit Cansever, Orhan Şaik Gökyay, Dr. Fethi Tevetoğlu, Hikmet Tanyu, Zeki Sofuoğlu, Reha Oğuz Türkkan, Nejdet Sançar, Hamza Sadi Özbek’in aralarında olduğu sanıkların yargılanması, 29 Mart 1945’e kadar sürdü. Savcı Kazım Alöç, bir hukukçudan ziyade peşin hükümlere dayalı iddianamesiyle, duruşmalardaki üslubuyla sanıkları ezmeye çalışan, hukuk tanımayan uygulamaları doğal sayan bir infaz memurunu andırıyordu. Ancak Atsız ve arkadaşları, savcının ve duruşma hâkiminin düşmanca tutumundan yılmadılar. Yapılan suçlamaların doğru olmadığını bilmenin rahatlığı içerisinde düşüncelerini mahkeme önünde de sahiplenmeye devam ettiler. İfade ve savunmalarında ırkçılıktan ne anladıklarını, Türk dünyasının hayal değil tarihî ve kültürel bir gerçek olduğunu, dolayısıyla dünya Türklüğüyle ilgili gelecek tasavvuru anlamına gelen “Turancılık”ın suç sayılamayacağını, iddianamenin hukuki dayanağının bulunmadığını, etraflı şekilde anlattılar.

Mahkeme, 29 Mart 1945’teki duruşmada kararını açıkladı. 23 sanıktan 13’ü için beraat kararı verilirken Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Hasan Ferit Cansever’in aralarında olduğu on kişiye, üç ila on yıl arasında değişen cezalar verildi. Gereken itirazlar yapılarak karar Askerî Yargıtaya taşındı. 26 Ekim 1945’te kararı görüşen Yüksek Mahkeme, konuya iktidar çevrelerinin etkisi altında kalmadan hukuki açıdan bakarak kararı usulden ve esastan bozdu; bütün sanıkların “derhâl” tahliyesine ve davaya 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinin değil, 2 Numaralı Mahkemenin bakmasına karar verdi ve ertesi gün tahliyeler yapıldı. 2 Numaralı Askerî Mahkeme, 31 Mart 1947’de Askerî Yargıtayın kararına uyarak bütün sanıklar hakkında beraat kararı verdi. Böylece tarihimize, Atsız’ın ifadesiyle Türk milliyetçiliğinin adı olan “Türkçülük”ü mahkûm etmek anlamına gelecek çirkin bir leke sürme girişimi önlenmiş oldu.

İnönü iktidarı, gençlerin millî duygularını ifadeye çalışmasından ibaret, masumane bir gösteriyi, ilk günden başlayarak Hükûmet’i yıkmayı amaçlayan “bir suç örgütünün düzenlemesi” olarak tanımladı. Cumhurbaşkanı’nın, çevresindekilerin ve gazetelerin Türkçülüğü ve bir grup milliyetçi aydını peşinen suçlu ilan etmelerinin devlet bürokrasisi ve eğitim kurumlarındaki psikolojik etkileri, yargı kararına rağmen tümüyle giderilemedi. Türk milliyetçiliğine karşı olan kozmopolit liberaller, solcular, etnikçi bölücüler ve siyasal İslamcılar her fırsatta benzer suçlamaları yapmaya, milliyetçileri kamu alanlarının dışına itelemeye çalıştılar.

Bu çabaların en somut örneği, 12 Eylül darbesi sırasında yaşandı. 587 sanıkla açılan “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası”nın iddianamesi, aslında 1944’te beraatle sonuçlanan ve “Irkçılık-Turanclık Davası” diye anılan davadaki iddiaların ve suçlananların sayılarının daha da genişletilmiş hâlidir. Radikal bir solcu olan Nurettin Soyer ve ekibi, kendi zihniyetlerinden bazı akademisyenler ve yazarların da yardımıyla, hem Türk milliyetçiliği fikrini temsil eden MHP ve yöneticilerini hem de 1912’de kurulan Türk Ocakları dâhil bütün sivil ve kültürel kuruluşları benzer şekilde suçlayıp mahkûm etmek istediler. Askeri cunta, üzerlerindeki üniformanın onurunu ve sorumluluğunu bir kenara bırakarak Nurettin Soyer ve ekibinin önünü açtı, Mahkemeye 220 Türk milliyetçisinin idamını isteyen, siyasi ve hukuki tarihimiz açısından yüz karası olan bu iddianameyi sunmalarına göz yumdu. Fakat Nurettin Soyer ve Pol-Der’li, insanlıktan nasibini almamış ekibin C-5 denilen işkence odasındaki bütün çabalarına rağmen ülkücü gençler çözülmedi; daha duruşmanın ilk gününde İstiklâl Marşı’nı coşkuyla haykırarak suçlamaların iftira olduğunu ilan etmiş oldular. Başta Alparslan Türkeş ... olmak üzere MHP yöneticilerinin mahkemedeki ifade ve savunmaları, Türk milliyetçiliği fikrinin haklılığını gösteren tarihî belgelerdir. Yargılamanın başlamasından 6 yıl sonra verilen beraat kararları, aslında Türk milliyetçiliği fikrine ve mensuplarına kurulan komplonun iflası anlamına gelir.

1944‘te “ırkçılık-Turancılık” suçlamasıyla açılan davanın üzerinden 47 yıl geçtikten sonra küresel bir deprem yaşandı. Sovyetler Birliği dağılırken beş bağımsız Türk devleti doğdu. Türkiye ile Türk dünyası ilişkileri yeni bir yörüngeye oturdu. 2021 Mart ayı sonunda toplanan Türk Devletleri Keneşi’nde alınan kararlar, büyük devlet adamı Nursultan Nazarbayev’in Türk Birliği çağrıları, Mehmetçiğin can Azerbaycan askeriyle omuz omuza Ermeni istilacılara karşı kazandığı zafer; Ziya Gökalp’ların, Nihal Atsız ve arkadaşlarının, Türkeş ve ülkücülerin görüşlerinin, mücadelelerinin tarihin seyri içerisinde doğru ve haklı olduğunun somut belgeleridir.

Çok çetin yollardan geçildi, çok çile çekildi, bu uğurda çoğu genç yaşta iki binden fazla milliyetçi-ülkücü şehit oldu. Ama tarih gösteriyor ki, Türkçüler, ülkücüler acıyı bal eylediler ve kazandılar. Bu kutlu davaya emeği geçen; milletimize, ülkümüze hizmet edip ebedî âleme intikal edenlerimizi bir kere daha rahmetle, muhabbetle, hürmetle selamlıyorum; ruhları şâd olsun."

Nuri Gürgür'ün bu anlattıkları ile günümüzde Ümit Özdağ'ın tutuklanması ve mahkemedeki gelişmeler ve benzerlikler bize 1944 yılında açılan davanın halen sürdüğünü gösteriyor.

Ümit Özdağ'da Türk Milleti adına herkes tarafından okunması gereken tarihi bir savunma yaptı. Duruşmada adeta Mustafa Kemal Atatürk'ün, Ziya Gökalp'in, Alparslan Türkeş'in devamı olan bir görüş açısı ortaya koydu.

İslam'da saray-hanedan-saltanat yönetimi yoktur İslam'da saray-hanedan-saltanat yönetimi yoktur

Onun için Ümit Özdağ'ın yargılanması 1944 yılındaki davanın fiilen ve fikren devam ettiğini göstermesi bakımından çok dikkat çekicidir.

"3 Mayıs Türkçüler Günü"nde bu hususun başta Türk Milliyetçileri ve Türkçü Ülkücüler tarafından çok iyi değerlendirilmesi gerekir.

Bununla beraber "3 Mayıs Türkçüler Günü" arifesinde bazı hususları da ayrıca hatırlatmak istiyorum.
 

Bilinen binlerce yıllık tarih içinde sayısız devlet kuran biz Türkler, acaba o kurduğumuz devletler içerisinde muktedir olabildik mi?

Ya da bazılarının iddialarına göre, Osmanlı örneğinde olduğu gibi devlet yaşamının kritik noktalarını; devşirme, muhtedi, dönme ve hizmetlilere mi teslim ettik? Bu durum günümüzde de sürüyormu?

Türklerin, ırkçı olmadığı herkes tarafından bilinen bir gerçek! Bana Türk’ü tarif et deseniz; kendine aşırı güvenli ve bu nedenle tedbirsiz, alçak gönüllü, çalışkan, sabırlı, hoş görülü, hümanist bir insan tipidir derim.

Böyle olması ise bazı zaafiyetlerin ortaya çıkışına ve bu zaafiyetin bir hastalık haline dönüşmesine neden olmuştur.

Kendisi de Türk olmayan Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün Türkleri eğitimden uzak tutması örneğinde olduğu gibi devlet ve sosyal hayatın ellerine teslim edildiği bir çok gayr-ı Türk, bugüne kadar neler yapmıştır, bilinmesi gereken bir konudur.

Yani hastalığı teşhis etmezsek ne hastalığın farkına varırız ne de bu hastalığın toplumsal bünyeye verdiği zararları anlayabiliriz.

Türklerin, Türk olmayanları devletin ve sosyal yaşamın kritik noktalarına taşıması bir ruhsal hastalıktır. Düşünün, bir Türk devleti olan Osmanlı Devleti’nde, 218 sadrazamdan sadece 100’ü Türktür! Ya padişah anaları?

Hem de bunun defalarca yanlışlığının farkına varılmasına rağmen!

Üzülerek ifade etmeliyim ki; Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı’da gelenek haline gelmiş olan; devleti, bilim odaklarını ve sosyal yaşamı Türk olmayanlara teslim etme zihniyeti, günümüz Türkiye’sinde de devam etmektedir.

Aşıkpaşazade bize 560 yıl öncesine dair, Bizans dönmesi Rum Mehmet Paşa’ya ilişkin bir olay anlatır ve; “Rum Mehmet Paşa’nın İslam dinine girmiş olmasına rağmen, Bizans’ın eski soyluları ile irtibatta olduğunu, onların telkinleri doğrultusunda hareket ettiğini, İstanbul’un bir gün yeniden Bizanslıların eline geçmesini beklediğini” söyler.

Siz günümüzde Rum Mehmet Paşaların olmadığını ve etkili makamlarda bulunmadığını mı zannediyorsunuz?

Osmanlı’ya hakim olmuş bu gayr-ı Türkler, Anadolu ve Rumeli’de yaşayan Türkleri, yaptıkları uygulamalarla isyan ve ihtilal hareketlerine mecbur etmiş, ardından da “taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayın” diyerek vahşice yaptıkları ile tesirleri günümüze kadar gelen hadiselerin müsebbibi olmuşlardır.

Muhteşem Yüzyıl dizisi ile Türk halkının da dikkatini çeken, bahsettiğimiz gayr-ı Türklerden Pargalı İbrahim Paşa; kendisinin ve diğerlerinin ulaştığı gücü vurgulaması bakımından Avusturya Kralı Ferdinand’ın elçilerine söylediği sözler çok ilginçtir: “Bu büyük devleti idare eden benim, her ne yaparsam yapılmış olarak kalır; zira bütün kudret benim elimdedir. Memuriyetleri ben veririm; eyaletleri ben tevzi ederim; verdiğim verilmiş ve red ettiğim red edilmiştir. Büyük Padişah, bir şey ihsan etmek istediği veya ihsan ettiği  zaman bile eğer ben onun kararını tasdik etmeyecek olursam gayr-i vaki gibi kalır. Çünkü her şey harb, sulh, servet ve kuvvet benim elimdedir.”

Unutulmasın ki; yazıda bahsi geçen Pargalı İbrahim ve Rum Mehmet  Paşalar idam edilmiştir.

Hani Osmanlı, Türk devletiydi? Evet, terminolojide Türk devleti ama uygulamada arada bulasın!

Türklerde yabancıya karşı hayranlık ve teslimiyet, maalesef bir aşağılık kompleksine yol açmıştır. Zannetmişizdir ki; biz hiç bir şeyi yapamayız ve başaramayız! Halbuki bu algı yanlıştır ve bu yanlışlığı ispatlayan son örnek, Nobel Ödülü kazanan ve Türklüğü ile gururlu Aziz Sancar’dır.

Onun için gidip; siyaseti, bürokrasiyi, üniversiteyi, medyayı yetmedi din ve diyanet işlerini de gayr-ı Türklere bırakmışızdır.

Buna bir tek dur dediğimiz dönem; 1919 – 1938 arasında yaşayan “Büyük Türk” Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türkler için bir “reklam arası” verdiği dönemdir. Halen de onun kırıntıları ile idare etmekteyiz.

Atatürk; “başınıza geçireceğiniz adamların asli cevherine dikkat ediniz” veya “beni Türk hekimlerine emanet ediniz” gibi sözleri boşuna söylememiştir.

Son söz şu olsun; Türkler benim bu yazdıklarımı yine dikkate almayacak, buna karşılık gayr-ı Türkler, bu yazıyı satır satır dikkatle okuyarak varlıklarını korumak için nasıl tedbir alacaklarını veya Türklere fener tutan bu garibi, nasıl etkisiz hale getireceklerini düşüneceklerdir…

Dedim ya, hastalık bizde akıl ve ruh tutulması yaratmış. Ama şifasını bulacağız! 

"3 Mayıs Türkçülük Bayramı, Türklere ve kendini Türk hissedenlere kutlu olsun..."

Türk Milletinin yeni yolbaşçısı Ümit Özdağ'da var olsun...

Tarih boyunca başardık yine başaracağız.

Son olarak ifade etmeliyim ki, bir çok Türk Milliyetçisini ve "milliyetçi görünümlü"yü adliye de görmek mümkün olmadı. Buna karşılık CHP Genel Başkanı Özgür Özel ve çok sayıda CHP milletvekili oradaydı, bir tane İyi Parti milletvekili gelmişti. BTP Genel Başkanı Hüseyin Baş'ı da gördüm. Tarihi duruşmaya gelen bütün insanların Türkiye'nin ve Türk Milletinin yanında olduğuna inanıyorum ve kendilerine Türk Milletinin bir ferdi olarak teşekkür ediyorum.

Türkiye'nin Türk Milletine ait olduğu gerçeği ile hareket edersek çözemeyeceğimiz hiç bir şey yok!

Özcan PEHLİVANOĞLU  - 30 Nisan 2025 / İstanbul

Editör: Kerim Öztürk