“Siz Türk değilsiniz” diyorlardı.
“Müslümanlığa geçmiş Bulgarsınız” diyorlardı.
Türk okullarını kapatmışlardı, Türkçe gazetelerin kapısına kilit vurmuşlardı.
Türk motifli kıyafet giymek bile suçtu, sünnet yasaklanmıştı, sünnet edilen çocukların anneleri beş yıl hapis cezasına çarptırılıyordu.
Camiler kapatılmıştı, cenaze yıkamak yasaklanmıştı, İslami usüllerle defin işlemine izin verilmiyordu.
Türkçe mezar taşları tahrip ediliyordu, Türkçe konuşanlara para cezası kesiliyordu, Türk isimleri Bulgarlaştırıldı, bu dayatmaya “soya dönüş süreci” diyorlardı.
Kalaşnikoflu askerler Türklerin kapısına dayanıyor, zorla muhtarlığa götürüyor, Yordan, Mihail, Stanka, Emilya, Natalia filan, Bulgar isimleriyle dolu listeler gösteriliyor, birini seç deniyordu, nüfus kağıtlarını iptal ettiler, yerine Bulgar isimleriyle yeni nüfus kağıtları verdiler, Türkçe isimlerin yazılı olduğu eski nüfus kağıtlarıyla bankadan para çekilemiyordu, çocuklar okula yazdırılamıyordu, devlet dairesinde iş yaptırılamıyordu, Bulgar ismini kullanmaya mecburdun, öğretmenler sınıfta yoklama yapıyor, Türk çocuklarının ismini Bulgarca okuyorlardı, Türk kahvesi bile diyemiyordun, değiştirilmişti, “oryantal kahve” demek zorundaydın.
Asimilasyon yavaş yavaş soykırıma dönüşüyordu, 1980-85 arasında binden fazla Türk öldürüldü, Belene işkencesi başladı.
Belene kampı, Tuna Nehri'nin iki kolunun arasında kalan Belene adası'ndaydı. Köprülerle geçilebiliyordu. Türk halkının direniş örgütleyen ileri gelenlerini buraya tıktılar.
Isıtma sistemi yoktu, karda kışta donuyorlardı, hava karardıktan sonra tuvalete gitmeye izin vermiyorlardı, koğuşlardaki kovalar kullanılıyordu, apandisiti patlayana bile “Bulgar olmayı kabul ediyor musun?” diye soruyor, “hayır” diyeni öylece ölüme bırakıyorlardı, yemek olarak sık sık domuz çorbası veriyorlardı, istersen yeme, domuz çıktığında ekmek bile vermiyorlardı, Türkler ölümüne açlık grevi yapıyordu.
Sovyetlerin yıkılması an meselesiydi, Gorbaçov çöküşü engellemek için reform ve şeffaflık açılımı yaptı. Jivkov rejiminin sonu gelmişti. Son bir kötülükle “zorunlu göç” icat etti.
Aklınca, Türkiye kapıları açmayacak, Jivkov da dünyaya dönüp “görüyorsunuz bunlar Türk değil, müslüman Bulgar, Türk olsalardı Türkiye alırdı” diyecekti. Diktatörün bu hesabı tutmadı… Türkiye sınırı açtı.
350 bin soydaşımız çoluk çocuk yollara döküldü, doğdukları toprakları, evlerini köylerini bırakıp, trenlerle otomobillerle, çoğunluğu yürüyerek, Kapıkule'den Dereköy'den anavatana girdi. İkinci dünya savaşı'ndan sonra Avrupa'nın yaşadığı en büyük göçtü. Yarısı Bursa civarına yerleşti, gerisi İstanbul'a, Anadolu'ya.
28 sene oldu…
Meslek hayatım boyunca milyonlarca haber elimden geçti. Meslek hayatım boyunca bir soydaşımızın bile suça bulaştığını, bir soydaşımızın bile Türkiye'yi suistimal ettiğini, bir soydaşımızın bile tarikat marikat işleriyle Türkiye'yi sırtından hançerlediğini, bir soydaşımızın bile örgüte falan karışıp vatana ihanet ettiğini görmedim.
Namuslarıyla, onurlarıyla çalıştılar, zormuş, parası azmış filan, iş seçmediler, ne iş olursa olsun gayretle çalıştılar, o dönemleri bugün gibi hatırlıyorum, soydaşlarımızın kadınları tüm Türkiye'ye örnek olmuşlardı, otobüs şoförlüğü yapan kadını, kasaplık yapan kadını, tesisatçı dükkanı açan kadını, ilk defa soydaşlarımızda görmüştük, soydaş kadınları “erkek işi” olarak bilinen işleri omuzluyordu, kirasını ödemeyeni, borcunun üstüne yatanı, dolandırıcılık yapanı, memleketi soyanı, komşusunu rahatsız edeni, görmedim kardeşim, duymadım.
Fabrikalarda örnek gösterilen işçi oldular, sözü senet kabul edilen esnaf oldular, tezgahtar olarak başlayıp, işveren oldular, kendileri gibi namuslu, yurtsever, çağdaş evlatlar yetiştirdiler, hekim oldular, avukat oldular, mühendis oldular, akademisyen oldular, devletten asla karşılıksız yardım kabul etmediler, avantacı olmadılar, Türkiye'ye tek kuruş yük olmadılar.