Recep T. Erdoğan, ne olursa olsun, yine cumhurbaşkanlığını kazanacak/kazandırılacaktı. Ve istediğini elde etti.
Meclis'te 300 milletvekiline ulaşamadığı için dengeli hareket etmek zorunda kalacağı düşünülebilir. TBMM'de milletvekili sayısı 600. Yarıyı büyük müttefikinin milletvekilleriyle aşabiliyor.
Saray mukîmi için TBMM'nin bir önemi yok ama yine de işte demokrasi işliyor, işte meclisimiz var; milletin vekilleri hür iradeleriyle kararlar alıyorlar, demek için çokluk gerekli. Kendi partisi bu çokluğu sağlayamıyor. Büyük müttefikle ancak hedeflerine ulaşabilirler.
Bu seçim, Saray'ın büyük müttefikinin milliyetçi ruhunu daha alevlendirmiştir. Büyük müttefik halkın milliyetçi yönelişinden ders çıkarmalı, ipleri tamamen Saray'a bırakmamalı, keyfiliğin, önüne geçmelidir. Kendi itibarı için de ipleri sıkı tutması şarttır.
*
Bugün, yeni rejimin devamına uyandık. R. T. Erdoğan yerinde kaldı.
Ve bugün İstanbul'un fethinin 570. yılı. Konstantiniye 29 Mayıs 1453'te fethedilmişti.
Biz fethi sevinçle kutlarken, diğer tarafta kendilerinden alındığını düşünen millet var: Rumlar. Büyük hüzün içindeler. Bütün emelleri "Konstantiniye"ye sahip olmak.
Bir de hüzünlü Ruslar var. İnançlı Ortodoks Ruslar. İstanbul hayali içindeler ve onların hayalini besleyen de ünlü yazar Dostoyevski (1821-1881). Günlüklerinde İstanbul hayalini öyle işlemiş ki, bu yazdıklarını okuyan her bir Rus, "Hadi kalkın ehl-i Ortodoks! İstanbul bizim!" der.
Kuşatılmış Türkiye'de, devlet yönetimine talip olanlar arasında, aynı fikrî kaynaktan gelenler bile aralarına derin uçurumlar açmışlar, âdeta sevlet için gün sayıyorlar.
Keşke diyorum, keşke... Geçmişte bunlar yaşanmış. Dünya, bazı insanların, bazı milletlerin, bazı din mensuplarının değil; hepimizin olsa. Ne yazık ki, dünya kümeleşiyor, birbirlerine sınırları kapatıyor. Biri diğerinden nereyi nasıl alacağı hesabı yapıyor, acımasızca saldırıyor.
Bırakın dünyada devletlerin birbirine yürümesini, içimizde ne hâldeyiz? Şöyle bir düşünmeli ve etrafımıza bakmalıyız. Kaç kümeyiz, sayamıyoruz. Birbirimize yürümek için fırsat kolluyoruz. Ne barış ne kardeşlik... Akıl almaz bir kutuplaşma.
*
Geçmiş tecrübeler bize ışık tutar. Ama kim bu tecrübelerden istifade ediyor?!
İbn Haldun'un Mukaddime'sinden sık bahsederim. Burada özellikle Rakka valiliğine getirilen Abdullah bin Tahir'e (798-844), babası Tahir bin Hüseyin'in yazdığı yol gösterici mektubunu hatırlatırım.
Bugün yeni bir döneme girdik. Yönetenlerin uyması gereken, öyle veciz tavsiyeler var ki, bu tavsiyeleri, çerçeveletip makam odaların duvarına assınlar, derim.
Siyasîlerimiz birbirlerine karşı olmadık cümleler kurdular. Bundan böyle dönüp nasıl birbirlerinin yüzüne bakacaklar, bilmiyorum. Üçüncü defa cumhurbaşkanı seçilen Zat-ı Muhterem, inşallah kendisine muhalif olanlara karşı "düşman" tavrı göstermez.
Tahir bin Hüseyin'in vali olan oğluna yazdığı mektubundaki şu sözler inşallah ders olur:
"Kızdığın zaman kendine hâkim ol, yumuşaklığı ve vakarı tercih et. Maksadına doğru yürürken hiddetten, şiddetten, hafiflikten, telaşa düşmekten, kibir ve gururdan sakın. 'Söz sahibi benim, güçlü benim. Dilediğimi yaparım.' demekten sakın. Bu anlayış, düşüncesizce hareket etmeye ve yüce Allah'ı gerektiği gibi takdir edip bilmemeye yol açar. Şunu bil: Mülk, her türlü kusurdan münezzeh olan Ulu Allah'ındır. Onu dilediğine verir, dilediğinden de çekip alır." [Âl-i İmran, 3/26] (...)Ahdine vefa et, verdiğin sözü tut, birine iyilik vaat edersen, yerine getir. İyilik yap ve yapılan iyiliklere iyilikle mukabele et. Halkından, kusurlu olan herkesin, kusuruna ve ayıbına göz yum, yalan ve iftiradan dili koru, gıybetçilerden nefret et. Çünkü dünya ve ahiret, itibarıyla işlerinin bozuk gitmesinin ilk sebebi, yalancıları ve dalkavuktan kendine yaklaştırman ve yalan söylemeye cür'et etmendir. Şüphe etme ki, günahların başı yalan, sonu iftira ve gıybettir. Gıybet eden, hiçbir zaman emniyette olmaz, gıybet edenin güvenilir bir dostu bulunmaz, hiçbir işi yolunda gitmez."
Dönemeçteyiz. Cenab-ı Hak sonumuzu hayır eylesin.