1978 yılında İstanbul Konsolosluğuna atanan bir Çekoslovak kadın vardı: Jana Yenkova. Jana, göreve başladığı ilk günlerde daha hayırlı olsun tebriklerini bile kabul etmeden konsolosluk sekreterini çağırarak şu istekte bulunur; ” Derhal hazırlık yapınız. Öncelikle ve ivedilikle İstanbul’da ziyaret etmek istediğim bazı mekânlar var. Bugün Balat Semtine gitmek istiyorum! “
Konsolosluk personelinde bir koşuşturmaca başlar. Hazırlanan gezi ekibine o zamanki Ulus Gazetesi muhabirlerinden birisi de iştirak eder. Konvoy, konsolosun özellikle görmek ve gezmek istediği Balat Semtine doğru yola çıkar. Balat Semtinde ilk ziyaret ettikleri mekân Ahrida Sinagogu olur. Çok kısa süren bu ziyaretten sonra konsolos, Ayios Dimitrios Rum Kilisesi’ni görmek istediğini söyler. Sinagogla kilisenin arası otomobille iki dakikalık bir mesafe olduğundan bu ziyarette hemen gerçekleşir. Fakat konsolosun buraya da girmesiyle çıkması bir olur. Ekip görevlileri tam işlerinin bittiğini ve konsolosluk binasına döneceklerini düşünürken konsolos Jana, tebessüm ederek işaret parmağını sağa sola sallar: ” Hayır, hayır! Bunlar usulen yaptığım ziyaretlerdi. Asıl ziyaretim şimdi başlıyor. Balat Semtinde yani bu yakınlarımızda bir de Ferruh Kethüda Camisi varmış. Beni hemen oraya götürün! ” Bu mütevâzı mâbet, Seferad Yahudilerinin ve hristiyan Rumların çoğunlukta olduğu Balat Semtinde, şahsiyetli bir yapı olarak, hem kilisenin hem Sinagogun mânevî hâmisi olan, büyükçe bir mescit. Ama ikisine de pek sokulmamış. Onlardan biraz uzakta. Onurlu, mütevâzı ama manevi heybeti pek büyük olan bu mabedin kesme taşları Mimar Sinan’ın imzasını taşıyor.
Altı dakikalık bir yolculuktan sonra ekip, Kethüda Mescidinin asırlık yosunlu taşlarına basarak namazdan çıkan cemaatin şaşkın bakışları altında cümle kapısının önünde kümelenir. Tercüman mescid görevlisinden gerekli izni aldıktan sonra Jana, çantasından çıkardığı başörtüsünü özenle başına bağlar. İçeri girerler. Bu tarihi mekânın asil duvarlarını süsleyen çinilerden, yaldızlı nakışlardan gözünü alamayan Jana titremeye, sarsılmaya başlar. Elleriyle ağzını kapatıyormuş gibi yaparak çevresine hissettirmeden gizliden gizliye süzülen gözyaşlarını siler. Demir parmaklıklı pencereden süzülen güneş hüzmeleri sağ köşedeki müezzin mahfilinin üzerine düşmektedir. Ve o mahfilde tefsir okuyan iki nurâni dervişin üzerine… Sûfiler manevi ziyafete öylesine dalmışlar ki mesciddeki yabancı misafirlerin varlığından bile haberdar değiller. Fakat Jana onları görür. Görmesiyle de heyecanını gizleyemez olur. Adeta ” aradığımı buldum! ” ifadesi yüzünden okunmaktadır. Tercümanı çağırarak dervişlerle konuşmak istediğini ve onlardan bir konuda yardım almak istediğini ifade eder. Sözün kısası Jana dervişlere, bir zikir meclisinde bulunmak istediğini, şayet bu konuda kendisine yardımcı olurlarsa bu iyiliklerini asla unutmayacağını söyler. Dervişler, kendilerinin Kadiri olduklarını, Düriye sokağındaki özel bir mekânda Devran için hergün toplandıklarını söylerler. Dervişlerden yaşlı olan Fahrettin Dede, Jana’ya gözlerini çevirerek ” tam da zamanında geldiniz. Devran başlamak üzere. Buyrun gidelim! ” der. Jana kendisine eşlik eden ekibe dönerek direktif verir: ” buradaki işimiz bitti, dergaha gidiyoruz!… ”
Fahrettin Dede önde, konsolosluk ekibi arkada dergâha doğru yola düşerler…
Dergâh olarak anılan bina, ahşap malzemenin kullanıldığı, yıkılmaya yüz tutmuş, iki kattan oluşan bir yalı kasrı. Mülkiyeti sufilerden birine ait olan binanın cümle kapısından girişte oldukça büyük bir salon mevcut. Belli ki bu salon Kadiri Devranı için özel olarak tasarlanmış. Ve yıllar yılı nice zikirler görmüş, nice devranlara şahit olmuştur.
Konsolosluk ekibi dergâhın yosun ve yasemin kokularının birbirine karıştığı bahçesinde ilerlerken uzaktan uzağa, araban denilen zilli bendir sesleri geliyor binadan. Bir de dervişlerin cehri olarak zikrettikleri Lafza-i Celal nidaları; Allah! Allah! Allah!…Jana’yı bir sıtmadır tutuyor, heyecandan kalbi duracak nerdeyse. Yanındaki Ulus Gazetesi muhabirine dönerek İngilizce ” Başım dönüyor, tansiyonum düştü galiba, kolunuza girebilir miyim? ” diyor. Belli ki Jana kendisini büyük bir deneyime, gizemli bir heyecana hazırlıyor. Çoğu Çekoslavakyalı konsolosluk görevlilerinden oluşan 15 kişilik ekip, Jana’nın bu esrar dolu tavırlarını şaşkınlık içerisinde izliyor ve bir anlam veremiyorlar.
Ekibe mihmandarlık yapan Fahrettin Dede cümle kapısının tokmağını eliyle iterken misafirlere dönüp sesleniyor: ” Devranın başına yetişemedik, çoktan başlamışlar. Hele buyurun bakalım! ”
Kapı açıldığında insanı cezbe anaforuna sokacak bir nur kasırgası dışarı hücum ediyor. Lafza-i celal zikrinden yalı kasrının tavanı adetâ bir yere iniyor bir göğe çıkıyor. Sanki 9 richter ölçeğinde deprem oluyor. Ekip elemanları düşmemek için koyunlar gibi birbirlerine sokuluyorlar. Jana tedbirini önceden almış. Tercümanın Nuri Bey’in kolundan sıkı sıkıya iyice yapışmış. Salonun tam orta yerinde büyük bir halka oluşturan dervişler cezbe-i tâmme dediğimiz trans haline girmiş, cûşü hüruş ile ve gittikçe kuvvetlenen bir tempo ile Lafza-i Celal söylemekteler: ” Allah, Allah, Allah, Hû – Huuu, Huuu, Hû Allaaaah… “
Ekip, Fahrettin Dede’nin eliyle işaret ettiği şark köşesine yönelip yanyana bağdaş kurarken, bayan olduğu için Jana’ya bir sandalye getirip kenara oturtuyorlar. Zilli bendirler tempoyu son hıza ulaştırdıklarında devran halkasındaki zakirlerin transı da en üst düzeye ulaşıyor. Zikir halkasını yöneten devran çavuşu, adeta elektromanyetik bir hortumun merkezinde duruyor. İnsan bu anaforun, biraz sonra halkanın içinde ve dışında ne varsa herşeyi yutacağı, yalı kasrının tavanını parçalayıp, göklerin ötesine çekip götüreceği hissine kapılıyor. ” Allah, Allah, Allah, Hû – Allah, Allah, Allah, Hû…
Jana, ani bir hareketle elini bir kuş gibi çırpınan kalbinin üzerine bastırıyor ve gözlerini fırıl fırıl döndüğünü hissettiği yalı kasrının tavanına dikiyor. ” içim geçiyor beni tutun! ” diye sesleniyor fakat mecliste öyle bir cûş-u hürûş var ki sesini duyurması mümkün değil. Sandalye ve Jana, sağ tarafa doğru birlikte devriliyorlar. Ekipteki herkes ayağa fırlıyor. Devran çavuşu bir hareketle zikri sonlandırıyor. Fahrettin Dede hemen raflardan birine elini uzatıp gül suyu şişesini kapıyor. Korumalar ambulans çağırmak için pürtelâş dışarı koşuşturuyor. Fahrettin Dede yerde baygın yatan Jana’nın yüzüne gül suyu serpiştirirken, Konsolosluk sekreteri Nathali bileklerine ve kollarına masaj yapıyor. Jana ağır ağır gözlerini açarken, tepesine dikilen endişeli bir sürü insan derin bir oh çekiyor. Jana yattığı yerden ” lütfen endişelenmeyin! Ne olduğunu sizlere anlatamam ama kesinlikle sağlık sorunum olmadığını söyleyebilirim ” diyor.
Jana’yı yerden ağır ve nazik hareketlerle kaldırıp biraz önce devrilen sandalyeye oturtuyorlar. Jana, tercüman Nuri Bey’e dönerek; – “Beyefendilere söyleyiniz! Ayakta durmasınlar, otursunlar. Burada bulunmamın ve yaşadığım şu olayların bir arka planı var. İçerdeki herkesi dost olarak görüyor ve ev sahibi izin verirlerse başımdan geçen bazı hadiseleri onlarla paylaşmak istiyorum.” diyor. Tercüman, Jana’nın bu sözlerini Fahrettin Dede’ye tercüme ediyor. Fahrettin Dede, devran çavuşuna giderek misafir bayanın ricasını iletiyor. Devran çavuşu bu isteği memnuniyetle kabul ederek müridlere oturmalarını işaret ediyor. Müridler devran pistinin sağ tarafındaki yıpranmış halının üzerine, konsolosluk ekibi de sol tarafta bulunan şark köşesindeki minderlerin üzerine oturuyorlar. Jana’nın sandalyesi her iki grubuda rahatlıkla görecek bir yerde yani ortada duruyor. Tercüman Nuri Bey Jana’nın yanında ayakta duruyor. Sükünet hâsıl olup herkes dikkat kesildiği anda Jana, tercümana bakarak: ” Hazırsanız başlıyorum. Lütfen anlattıklarımın bir kelimesini bile atlamadan çeviriniz! ” diyor.
Jana Yenkova anlatıyor : ” 1968 Yılının 20 Ağustos günü Rus ordusu 600.000 kişilik bir kuvvetle ülkemiz Çekoslovakya’yı işgal etti. İşgalin daha ilk günü bu işgali protesto etmek isteyen 72 gencimizi acımasız bir şekilde katlettiler. Ben o zaman 25 yaşlarında genç bir kızdım. Milli Savunma Bakanlığı Dökümantasyon Daire Başkanlığı’nda şef olarak görev yapıyordum. Bakanlık bizi Rus askerlerin şerrinden korumak için binanın zemin katından girildiğinde bahçeye doğru uzanan bir sığınağa kapatmaya karar vermişti. Felaket öyle çabuk gelişmişti ki ailelerimize ulaşmak ve evlerimize dönmek imkanını bulamamıştık. Bakanlığın çeşitli servislerinde çalışan 60 kadın apar topar bir araya getirilmiş ve bir hizmetli personel nezaretinde o zamana kadar hiç görmediğimiz kuytu, izbe bir yeraltı koridoruna indirilmiştik. Yetkililer bize tehlike geçip ortalık durulana kadar sessizce beklememizi ve sabırlı olmamızı söylemişlerdi. Hepimiz bu yeraltı sığınağına girdikten sonra hizmetli personel aldığı emir gereğince kapıyı üzerimizden kilitledi. Hoşumuza gitmese de belli ki bu da bizi korumaya yönelik tedbirlerden birisiydi. Sığınakta bizleri bir hafta idare edecek kadar yiyecek ve içecek vardı. Ayrıca yeterince battaniye istiflenmişti. Elektrik lambaları çok cılız yandığından içerdeki loş ışık nedeniyle birbirimizin yüzünü hayal meyal seçebiliyorduk.
İlk gecemizi battaniyelere sarılarak korku içerisinde geçirdik. Gözümüzü uyku tutmuyor, birbirimizle konuşacağımız zaman da bazen fısıltı halinde bazen de işaretlerle anlaşıyorduk. Gündüzleri kahvemizi yudumladığımız Bakanlık bahçesinin kamelyasının iki metre altındaki bir dehlizde geceleyeceğimi biri bana söylese asla inanmazdım. Korku ve tedirginlikten bitkin düşmüştük Gün ağarırken göz kapaklarımız kendiliğinden kapanıverdi..Daha yeni dalmıştık ki tepemizde tank paletlerinin paslı gıcırtılarını duyarak irkilip uyandık.İçerdeki tüm kadınları bir korkudur aldı.Tankların ağırlığına dayanamayan Sığınağın tavanından başımıza toz toprak yağıyordu.Ruslar sığınağımızı tahminlerimizden çok daha çabuk buluvermişti.Tanklar sustu…Bizler zaten susmuştuk. Sığınakta korkudan takırdayan çenelerimizin sesinden başka hiçbir ses yoktu. Çok geçmedi sığınağın önünde Rus askerlerinin postal sesleri ve bağrışmaları yoğunlaşmaya başladı. Nihayet sığınağın giriş kapısını buldular. Levyelerle çelik kapıyı kırmaya çalışıyorlardı. Artık korku ve panikten dua etmeyi de bırakmıştık zira yolun sonuna gelmiştik. Biraz sonra sığınağın kapıları sonuna kadar açıldı. Yüzlerce Rus askeri kuduz köpekler gibi içeri üşüştüler. Korkunç kahkahalar atarak kadınlara saldırıyor, elbiselerini hoyratça yırtıyor, tehditler savuruyorlardı. Bana saldıran Rus askeri öyle şiddetle itti ki başımı ahşap masanın sivri köşesine çarptım. Biliyordum. Her işgal ettikleri yerde yaptıkları gibi önce tecavüz edecek sonra da herkesi öldüreceklerdi. Çaresizlik içerisinde öylece teslim olmuşken yeraltı sığınağında tiz bir kadın feryadı yankılandı: ” Allaaaah! “
Kadının sesi kesilir kesilmez makinalı tüfek şakırtıları ve barut kokuları etrafı sardı. Bir takım askerler uyarıda bulunmak için sığınağın tavanına ateş ediyorlardı. Tecavüzü gerçekleştiremeyen Ruslar korkuyla irkilip ayağa kalktılar. Bir Teğmen çok şiddetli ve kararlı bir şekilde Ruslara bağırıyor şöyle tehdit ediyordu: “Kadınlara dokunmayın! Bunların arasında müslüman kadınlar var. Derhal sığınağı terk edin! Aksi takdirde gözünüzün yaşına bakmaz hepinizi öldürürüz! “
Şöyle bir göz gezdirdiğimde sığınağa giren askerlerin yarısının, silahlarını Ruslara çevirdiklerini gördüm.Hepsi de son derece kararlı ve gözüpek insanlardı.Bütün kadınlar ve ben sevinç gözyaşlarına boğulduk..Kurtulmuştuk.Bu Tanrının eliydi.Bu kesinlikle Tanrının yardımıydı. Silahlarını Rus askerlerine çeviren bu çekik gözlü, elmacık kemikleri çıkık askerler Varşova Paktına bağlı olan Tacik, Özbek, Tatar ve Çeçen uyruklu yani Müslüman milletlerin askerleriydi.
Rus askerleri Özbek Teğmenin uyarısı üzerine derhal toparlanıp sığınağı terk ettiler. Adının Hüdayi olduğunu öğrendiğim Özbek Teğmen, bizlere Prag’daki kaos bitip ortalık sütliman oluncaya kadar canımızı ve namusumuzu koruyacakları sözünü verdi. Öyle de yaptı. Kendisini bugün hala şükranla anıyorum. “
Konuşmanın tam bu noktasında Tercüman Nuri Bey Jana’ya dönerek şu soruyu soruyor: -Allah diye bağıran o müslüman kadından bize biraz bahseder misiniz? Onu önceden tanıyor muydunuz?
Jana mavi gözlerini kısarak, mütebessim tavırlarla sözlerine kaldığı yerden devam ediyor: ” Tam da oraya geliyordum. Bu uzun konuşmayı zaten o kadın için yaptım. Bu kadın bakanlık sekreteryasında görevli Hayganuş adında bir memureydi. Ailesi 10 yıl önce Türkiye’den Çekoslovakya’ya göç etmiş. Ermeni asıllı. İstanbul’un Balat semtinde yani şu anda tam da üzerinde bulunduğumuz bu mahallede doğmuş ve büyümüş. Çok iyi biliyorum ki bu olaydan önce müslüman değildi!…”
Tercüman Nuri Bey merakını yenemeyerek tekrar soruyor: -Hayganuş Müslüman olmadığı halde niçin Allah diye bağırmış, kendisine sordunuz mu?
Jana cevap veriyor: Elbette sordum. Aile ziyareti için evine gittiğimiz bir gün kendisine dedim ki “Sevgili Hayganuş! Hepimizin kurtuluşuna vesile olan o sihirli sözcük neyin nesiydi, nasıl oldu da senin ağzından bir çırpıda çıkıverdi?” Hayganuş bunu bana şöyle anlatmıştı: ” Ailemle göç etmeden önce, Yahudi ve hristiyanların çoğunlukta olduğu İstanbul’un Balat Semti’ndeki evimiz, müslüman kesimin azınlıkta olduğu bir yerdeydi. İster istemez onların ibadet, gelenek ve kültürlerini görüyor; evlerine gidip geliyor, huzur ve mutluluk dolu yaşam tarzlarına şahit oluyorduk. Mesela müslümanlar her vesileyle ” Allah” derler. Şaşırdıklarında, üzüldüklerinde, sevindiklerinde, coştuklarında hatta öfkelendiklerinde bile ” Allah” derler. Bu nedenle biz Ermeniler de kendi aramızda her vesileyle “Allah” demeye alışmıştık. Türklerden geçen bir alışkanlık işte! Haa! Az kalsın unutuyordum bak işte bu çok önemli: Bizim evimiz Ferruh Kethüda Camisi’nin hemen arkasına düşen Düriye sokağındaydı. Ayios Rum Kilisesinden ve okuldan çıkış saatim, müslümanların ikindi dedikleri zamanın bitimine denk düşerdi. Ve ben tam o esnada eski bir yalı kasrının önünden geçerdim. Tam o vakitlerde Yalı kasrının pencerelerinden gökyüzüne doğru sürekli o efsunlu kelime yükselirdi.: ” Allah, Allah, Allah, Hû – Allah, Allah, Allah, Hû…İçimi hoş bir duygu kaplar, tarifi imkansız bir huzur duyardım. Yalı kasrının önünde durur, içerden gelen ritm sesine ayak uydurur ben de başlardım onlara eşlik etmeye : ” Allah, Allah, Allah, Hu – Allah, Allah, Allah, Hû… İşte Janacığım! Bizleri kurtaran sihirli sözcüğün hikayesi böyle!…”
Bu esnada genç bir derviş şark köşesinde oturan misafirlere gül suyu şerbeti dağıtmış, elindeki tepsiyle Jana’nın başucuna dikilmiş, vakarla, sabırla ve edeple sözünün bitmesini bekliyor. Jana, Hayganuş’un sözlerini naklettikten sonra dervişin elinden gül suyu şerbetini teşekkür ederek alıyor. Bir yudum içtikten sonra sözlerine devam ediyor: ” Sanırım anlattıklarım burada bulunma nedenimi yeterince açıklıyor değil mi? Bedenim tecavüzden ve ölümden kurtulup, bürokrasi basamaklarında yükselerek bu günleri gördüyse; bunu şu anda içinde oturduğumuz mekândan yükselen o yüce kelimeye borçluyum. O sihirli kelimeyi söyleyerek bizleri kurtaran Hayganuş’a da her zaman minnet duyduk, teşekkür ettik. Tüm personel onu gördüğümüzde ” sayende yaşıyoruz güzel kız! ” diye iltifatta bulunurduk. Bunu da kendi dilimizde yani slovakca söylerdik. Çünkü Ermenice Hayganuş zaten ” güzel kız ” anlamına geliyormuş. Biliyor musunuz? Ferruh Kethüda Mescidinden bu yalı kasrına gelinceye kadar Hayganuş’un yeni yetme bir genç kız iken yaşadığı tüm duyguları ta yüreğimde hissettim. Onun hatıralarını ve heyecanlarına birebir yaşadım. Sizler ne şanslısınız sizler…” Jana burada hıçkırıklara boğuluyor ve titreyen sesiyle son cümlelerini söylüyor: ” Müslüman olmadığı halde aranızda yaşayan bir kadın, zor durumda kalınca ağız alışkanlığı olarak bir kez Allah diyor ve ismi söylenen Allah, 60 kadının onurunu, namusunu ve canını anında kurtarıyor. Baktım da siz ne kadar çok Allah diyorsunuz. Allah size neler veriyordur neler! Ama neler verdiğini şimdilik göremiyorsunuz! …
Akşamın alaca karanlığında konsolosluk ekibi yalı kasrından ayrılırken dervişler de akşam namazı için hazırlık yapıyorlar. Kasrın bahçesinde yürürken biraz geride kalan Nuri Bey’le Jana bir şeyler fısıldaşıyorlar. Nuri Bey soruyor: -Hayganuş’un bu olaydan önce Müslüman olmadığını söylemiştiniz. Ya olaydan sonra ve siz!
Jana mavi gözleriyle çevresini şöyle bir kontrol ettikten sonra Nuri Bey’e dönüyor. İşaret parmağını rujlu dudaklarının üzerine koyarak “sus” mesajı veriyor.
1996 yılında vefat eden Mütercim Nuri Bey’in oğluna anlattıklarını yazıya dönüştürmek ve kalıcı hale getirmek görevi de bize düştü. Hayırlara vesile olur inşâallah…
Selam ve Dua ile
Eyyub Işıksal- Feyz-10 mart 2010