Şeyh Sait İsyanı, 13 Şubat 1925 tarihinde çıkan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine yayılan geniş kapsamlı bir isyan. Şeyh Sait, Nakşibendi kökenli ve ticaretle uğraşan bir insan. Koyun ticareti yapıyordu. Çeşitli kaynaklarda 120 bin koyununun olduğu dile getirilmektedir. Görüleceği üzere Şeyh Sait bir hayli de zengindi. Karşımızda zengin bir şeyh bulunmaktadır.  

Şeyh Sait ile ilgili görmezden gelinen bir nokta var. Kendisi Milli Mücadele’yi desteklemeyen, işgal edilen ülkeyi kurtarmak için kılını kıpırdatmayan ve herhangi bir çaba içerisine girmeyen biridir. Milli Mücadele, benim açımdan turnusol kağıdıdır. Hepimiz için de öyle olmalıdır. Kişinin Milli Mücadele karşısındaki tavrı belirleyicidir. Milli Mücadele’nin yanında mı yer almıştır, karşısında mı yer almıştır?

Şeyh Sait İsyanını öncelikle bir dini nitelikteki isyan olarak görmek gerekir. Hilafetçi, şeriatçı niteliği olan bir isyan. Ancak isyanı destekleyenler arasında Azadi hareketi ile Kürt Teali Cemiyeti de dikkat çekmektedir. Uğur Mumcu’nun deyimiyle bu İngiliz Kürtçülüğüdür. Aslında 100 yıl arayla Türkiye’deki Kürtçülük hareketinde bir değişiklik yoktur. Emperyalizmin yedeğinde bir Kürtçülük hareketi söz konusudur. Ancak diğer taraftan Kürt ayaklanmaları yine yanlış bilinenin aksine sadece Cumhuriyet dönemine özgü değildir. 19. Yüzyıldan itibaren özellikle II. Mahmut’un merkezi bir yönetim yaratma çabasına bir tepki niteliği taşımaktadır. Bedirhani ayaklanmaları, Babanzade ayaklanmaları bu bağlamda anılmalıdır.

1925 yılı itibarıyla iç ve dış konjonktür isyanın çıkması için uygundu. Halifelik kaldırılmış, medreselerin kapatılması öğretim birliği kanunu ile sağlanmış ve laikleşme yolunda büyük bir ilerleme sağlanmıştır. Hatta bu toplu devrimler –Halifeliğin kaldırılması başta olmak üzere- Türk Devrimi’nin en önemli kısmı olarak değerlendirilebilir. Laikleşme yolunda atılan adımlar Şeyh Sait ve benzerlerini rahatsız etmiş, isyanın dini ana referans noktası ve meşruiyet kaynağı bu olmuştur. Bununla birlikte isyanın Cibranlı Halit Bey’in liderlik ettiği Azadi hareketi ve Kürdistan Teali Cemiyeti ile bağı açık ve nettir. Kürdistan Teali Cemiyeti deyince akla gelecek isim Seyit Abdülkadir idi. İsyan her ne kadar Şeyh Sait isyanı olarak anılsa da, Şeyh Sait ile birlikte anılması gereken isim Seyit Abdülkadir’dir. Seyit Abdülkadir, isyanın çıktığı dönemde Şeyh Sait’ten çok daha güçlü ve etkili bir isim. Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Mütareke döneminden beri İngiltere ile bağı vardı. Dolayısıyla bu yapının ucu Damat Ferit’ten Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na ve Vahdettin’e kadar uzanmaktadır. Bu noktada bunların kesişme kümesi olarak Şeyh Sait ortaya çıkmaktadır. Şeyh Sait dini kimliği ile isyanı kitleselleştirebilecek ve daha etkili olabilecek bir isim olarak düşünülmüş olmalıdır.

Şüphesiz isyanın bir de dış cephesi var. 1923’te Lozan’dan sonraya bırakılan Musul meselesi isyanın zamanlamasıyla çakışmaktadır. Lozan’da çözülemeyen bir sorun olarak Musul, Türkiye’nin en sıcak sorunlarının başında geliyordu. Bu sorun İngiltere ile Türkiye arasında görüşmeler yoluyla çözülecek şekilde sonraya bırakılmıştı. Oysa bu dönemde Türkiye savaş yorgunu bir ülke olarak, çağdaşlaşma ve kalkınma yoluna girecek şekilde devrimleri yapmak noktasında acele etmekteydi.

Türkiye’nin Lozan’da Musul ile ilgili tezi, bölgede (Musul, Kerkük ve Süleymaniye) plebisit/halk oylaması/referandum yapılmasıydı. İnönü, Türk ve Kürtleri birlikte değerlendirerek nüfus çoğunluğunun onlara ait olduğunu belirtti ve toplam 500 bin civarındaki nüfusun kararı kendisinin vermesini istedi. Türkiye’nin kendine duyduğu özgüven dikkat çekicidir. Gerçekten dönemin Türkiye’si saygınlığı itibarıyla plebisitte lehine sonuç alacak gibiydi.  100 yıl sonra benzer bir durumda sonucu ve nedenlerini okuyucuların hayal gücüne bırakıyorum.

Türkiye’nin demokratik ve özgüvenli tavrını, demokrasinin beşiği İngiltere hiçbir şekilde kabul etmedi. Gerekçe olarak da bölge halkının cehaletini gösterdi. Bölge halkının plebisitin bile ne olduğunu bilmediğini ileri sürdü. Dolayısıyla sorunun çözümü tıkandı. Lozan’da Musul meselesi nedeniyle barış süreci uzayınca, Türkiye Musul’u dışarıda bırakarak acil barış ihtiyacını temin etti. Musul meselesini sonraya bıraktı. Türkiye’nin Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal savaşların arka arkaya yaşandığı bir dönemin ardından barışa, huzura, yaralarını sarmaya, ordusunu terhis etmeye ihtiyacı vardı. Savaşacak gücü ve kaynakları yoktu. Birinci Dünya Savaşı’nda yaklaşık 2 milyon kişiyi askere almıştı. Savaş sonunda büyük insan kaybına uğramış, ülke topraklarının bir bölümü savaş alanına dönmüş, Mondros ve Sevr’in ardından tekrar zorlukla silaha sarılmak zorunda kalmıştı. Son enerjisini de burada tüketmişti.

İnsanlar ömürlerini cephelerde geçirmişti. Yakın zamanda elime geçen bir belgede Yahya Çavuş’un hikayesini anlatmak isterim. 1905’te Yemen isyanını bastırmaya gitmiş, sonra 1909’da terhis olmuş, 1910’da tekrar askere almışlar. 3 yıllık bir dönemin ve Balkan savaşlarının ardından 1913’te tekrar terhis olmuş. 1915’te seferberlik ilan edilince tekrar askere almışlar, cepheye sevk etmişler. Sonraki terhis tarihi ise 1924. Toplamda askerlik süresi 16 yıl. Ömrü savaşlarda geçen bir milletin kalkınmasını, ilerlemesini beklemek mümkün mü? Yahya Çavuş örneği tek bir örnek değil. Yüz binlercesi vardı. Dolayısıyla 1923’te savaş yorgunu bir milletin yaralarını sarması, kaybolan, azalan nüfusunu tekrar artırması ve sosyo-ekonomik sorunlarını çözmesi gerekiyordu. Bunun için de ordunun büyük bölümünün terhis edilmesi, savaş durumundan çıkılması gerekiyordu. Bu nedenle de Lozan barışını imzalamak bir zorunluluktu. Kasım 1922’de başlayan görüşmeler Temmuz 1923’te anlaşmayla sonuçlandı.

Divanü Lugat-it nedir, neyi amaçlamıştır..? Divanü Lugat-it nedir, neyi amaçlamıştır..?

Şeyh Sait isyanı çıktığında Türkiye, Lozan’ı imzalamış olmanın verdiği huzuru yaşasa da Batı dünyasıyla ilişkilerini henüz normalleştirememişti ve Musul meselesi, Türkiye-İngiltere gerilimini –savaş tehlikesi de dahil olmak üzere- tırmandırıyordu. Lozan sonrasında iki ülkenin kendi aralarında görüşerek sorunu çözmeleri, çözemedikleri takdirde de Milletler Cemiyeti’nin devreye girmesi kararlaştırılmıştı. İki ülke anlaşamadığı için Milletler Cemiyeti’nin hakemliği devreye girdi ve MC heyeti 11 Şubat’ta Musul’a geldi. Şeyh Sait İsyanı 13 Şubat’ta çıktı. Tesadüfün böylesi mümkün müdür? İsyanın arkasında İngiltere’nin desteğini görmek mümkündür. Neticede isyan İngiltere’ye yaradı.     

Dersim isyanının çıkış döneminin Hatay sorununun yaşandığı döneme denk gelmesi gibi Şeyh Sait isyanının çıkışı da Musul meselesinin gündemde olduğu, İngiltere ile gerilimin tırmandığı bir dönemde gerçekleşti. İsyan nedeniyle Türkiye’nin Türk-Kürt birlikteliğine, ayrılmazlığına dair tezi zarar gördü. Bölgede 100 yıl öncede emperyalizm vardı, bugün de var. Sadece başat aktörleri değişti. Dün başat aktör İngiltere idi, bugün ABD. D dönemde Milliyetler Cemiyetinin inceleme komisyonunun hazırladığı raporda isyanın bir hayli etkisi oldu. Sonuçta Milletler Cemiyeti, İngiltere lehine karar aldı. Milli Mücadele döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’nin başarısı bağımsız bir Kürdistan kurulmasını engellemek oldu.

Cumhuriyeti kuranlar, tüm diğer etnik unsurlarla beraber Türk-Kürt birlikteliği tezini benimsediler, Lozan’da da bunu savundular. Bugün de Şeyh Sait’in torunları, Öcalan’ın yeğeni TBMM’de milletvekili ise Türkiye’nin sorunu emperyalizmin aparatlığını benimseyen ayrılıkçı ve bölücü terör sorunudur. Ötesi değildir. Ortak bir milli kimlik etrafında birleşmek ve bu coğrafyada barış içinde kalkınarak demokratik bir ülke inşa etmek Cumhuriyetin ikinci yüzyılındaki görevimizdir.

Editör: Kerim Öztürk