I. Entelektüel Bir Harita Olarak İslamcılığın Çöküşü

Kadınlarının yükselişinin bir değer kaynağı olarak Kuran ve Sünnet’in konumuna getirdiği sarsıntı, bizleri İslamcı ideolojinin bugünkü çöküşünde ve bugünün sekülerleşme sürecini anlamada İslamcılığın bir ideoloji olarak entelektüel harita sağlama misyonunda yaşadığı krizi etüt etmeye mecbur bırakıyor. 

2002’den sonra İslam bu özelliğinde ne gibi bir erozyona maruz kaldı? İlk kriz noktasını zaten söylemiştim. 28 Şubat sürecinin yarattığı zihniyet dönüşümü: Yani ilahi egemenlik alanı ile milli egemenlik alanının ayrışması ve ilahiyat alimlerine salt dindar nesil yetiştirme misyonu verilerek siyasetin, ekonominin, eğitimin, kültürün, anayasa yapımının, dış politikanın vs. seküler ilimlerde söz sahibi olan İslamcı entelektüellere tevdi edilmesi. Bu süreçte, örneğin, İslamcı olan ve İslami bir dünya görüşüne sımsıkı bağlı olan İslamcı iktisatçılar, giderek daha az İslami referanslarla düşünmeye, fakat giderek daha fazla neoliberal iktisatçı gibi düşünmeye ve siyaset tasarlamaya başladı. Sımsıkı İslamcı olan ve Heidegger, Foucault ve Derrida bilen İslamcı entelektüeller giderek daha az İslam’ın temel kaynaklarıyla düşünmeye ve giderek daha fazla Heidegger, Foucault gibi düşünmeye ve siyaset tasarlamaya başladı, keza anayasa hukukçuları vs. Düşüncenin neredeyse her alanında bu dönüşüm yaşandı. 

Suriye’nin milli üniter yapısı korunmalı, sığınmacılar çiçeklerle uğurlanmalıdır Suriye’nin milli üniter yapısı korunmalı, sığınmacılar çiçeklerle uğurlanmalıdır

2002 öncesinde İslam’ı modern Batılı kaynaklarla iç içe düşünmeyi becerebilmiş Bediüzzaman, Cemil Meriç, Necip Fazıl, Ali Şeriati, Seyyid Kutup gibi entelektüeller çıkabilirdi 2002 sonrasında, fakat 2002 sonrasında İslami düşünceye katkı yapabilecek pek çok 2002 öncesi entelektüel, bürokrasi ve siyasette makam sahibi oldu ve yeni koşullarda İslam’ı yeniden formüle etmeye çabalamaktansa, gündelik siyasetin dünyasına sıkıştı.

Bu süreci besleyen başka bir dönüşüm, dünyada başarılı olmaya giderek daha fazla yönlendirilen gençler için, Batılı ve seküler müfredatla karşı karşıya kaldıklarında, İslamcı hassasiyetlerin bariyer oluşturma yeteneğini kaybetmeye başlamış oluşuydu. 2002’den önce seküler ve Batılı müfredata erişim görece sınırlıydı ve İslamcı entelektüeller bu birikimi İslami bir filtreden geçirir, okuyucuya ve gençlere öylece sunarlardı. Fakat yeni dönemde İslam düşünce sistemine hâkimiyeti ve aidiyeti büyüklerine göre daha yüzeysel olan gençler giderek daha fazla seküler müfredatın cazibesine kapılmaya başladı. Gerek iyi okullarda eğitim gerek kişisel okumalar gerekse de yurt dışında eğitimin kolaylaşması sonucunda, İslamcı ailelerden gelen gençler giderek daha fazla önlerindeki İslam’ı daha az inandırıcı bulmaya ve giderek daha fazla seküler müfredatı daha cezbedici bulmaya başladılar. 

Bu süreçte kendilerine dindar nesil yetiştirme misyonu tevdi edilmiş ilahiyatçılar ise, büyük oranda seküler bilimlerden bihaber vaziyette, kendi gelenekçilik-tarihselcilik tartışmasına kitlenmiş durumdaydılar. Gelenekçiler toplumsal, iktisadi, kültürel ve gündelik yaşamda giderek daha az etki sahibi olma özelliği sergileyen bir geleneği, somut yaşamda değil de sadece zihinlerde, gönüllerde ve ritüellerde ayakta tutmaya çalışırken, İslam’ın modern dünyadaki etkisizliğinin farkında olan tarihselciler modern dünyayı İslam’a göre yeniden şekillendirme çabasına girişmektense, geleneğin kanonu olmuş tüm kutsalları yerle bir etmeyi misyonlarını yerine getirmek adına yeterli görüyordu. Tarihselciler tasavvuf mirasını, kelam geleneğini, dört mezhep fıkhını, Dört Halife dönemindeki savaşları, vs. sürekli gündemde tutarak İslami mirasın tüm kutsallığını ve büyüsünü çözündürmüş durumdalardı bu süreçte. Ve bu büyü buharlaştırma çabasından, hayata tüm alanlarıyla yeni bir yön verecek taze bir İslami kavrayış da çıkmıyordu. 

İslam’ı yaşatmanın bağımsız entelektüellere değil de, ilahiyatçı akademisyenlere tahvilinin yarattığı başka bir sorun, akademik düşünce ve yazı türünün bir kimliği gençlere taşımada yetersiz oluşuyla ilgili. Akademinin nesnel, soğuk ve eleştirel bir dili vardır. Ve akademik kişilik duygusuz bir biçimde İslam’ı düşünmeyi besler. İslam’ı bir gence benimsetmek ise romantik bir kişilik, düşünce ve yazı stili gereksindirir. AK Parti iktidarına kadar akademik düşünceye eşlik eden bu romantik yazın hâlâ güçlüydü. Fakat İslam adına üretilen düşünce birikimi, giderek daha fazla ilahiyat fakültelerine tevdi edilince, 2002’den sonra yeni koşullara yanıt verebilecek romantik düşünce ne yazık ki hayli düşüşe geçti. 

İslam’ın bir entelektüel harita oluşturma yeteneğinin dumura uğramasında hayati bir etken, doğru İslam’ın ne olduğunun tespitinde artık her bireyin Kuran meali okuması gerektiğinin tüm toplum tarafından kabul edilmiş olmasıydı. Bu tartışmayı 1990’larda Yaşar Nuri Öztürk başlatmıştı. Yaşar Nuri’nin kavgasına kadar, pek çok cemaat ve İslamcı birey sıradan bir bireyin Kuran meali okumasına küfür gözüyle bakıyordu. Fakat Yaşar Nuri Öztürk’ün yıllara yayılan çabasının sonunda, en tutucu tarikatlar bile, kendi Kuran meali versiyonlarını yayımlama mecburiyeti duydu. Ve haliyle bu durum pek çok İslamcı gencin Kuran’ın modern dünyayla sorun yarattığı düşünülen ayetlerinden haberdar olmasını sağladı. Bu süreçte Kuran, pek çok İslamcı için tüm yaşantının ve düşüncenin nihai kaynağı, sorgulanamaz bir ilahi otorite ve aşkın bir kutsal olmaktan çıktı ve pek çok İslamcı gencin modern dünya ve düşünceyle ilişkileri adına ağır bir düşünsel sorun kaynağı haline geldi. 

İslami düşüncenin entelektüel bir harita olarak inşasının erozyona uğramasında bu dönüşümler yaşanırken, İslamcı AK Parti daha iktidarının başında eğitim felsefesini değiştirdi. Artık dogmatik eğitime bir son verilmişti ve eğitimde ‘constructive’/’inşacı’ yaklaşım esas alınacaktı. Yani artık çocukların eğitiminde felsefe, bilginin çocuğa adım adım bir ispat yoluyla intikal ettirilmesi düşüncesi olmuştu. Haliyle bu eğitim formasyonundan geçen çocukların İslam’ı kendi ebeveynleri gibi bir dogma ve otorite olarak görme yetenekleri giderek azaldı. Bu çocuklara İslam anlatılacaksa, bu çocuklar için İslam adım adım ispat edilebilen bir düşünce olmak zorundaydı. Yani artık İslam’ın her alanı bu çocuklar için sorgulama konusuydu. Sorgulanamaz nihai otorite düşüncesine yeni eğitim sisteminde yer yoktu. Bu eğitimden geçen çocuklar da giderek daha fazla babalarının hiç sorgulamadan kabul etmiş olduğu İslami doğruları sorgular ve kendilerine ispatlanmadan kabul edemez birer özneye dönüştüler. Eldeki hazır İslami birikim ise büyük çoğunluk itibarıyla, nihayetinde Allah’ın sorgulanmaya ihtiyaç duymayan bir tanrı, Kuran’ın sorgulamadan uzak bir kutsal kelam ve Hazret-i Muhammed’in sorgulanmaya ihtiyaç duymayan bir peygamber olduğu inancına dayanıyordu. İslamcılar o güne kadar pek çok şeyi sorgulamışlar ve pek çok soruna yanıt bulmuşlardı. Fakat bu nihai otoritelerin kutsallık ve nihai otorite vasfı sorgulanmayan bir varsayım olarak kalmıştı o güne kadar. Ali Şeriati ve Seyyid Kutup dahil, neredeyse tüm İslami birikim sorgulanmaya ihtiyaç duymayan bu ortak kutsallar üzerine yükselmiş ve inşa edilmişti. 

II. Bildung ve Kişilik İnşasında Yaşanan Kriz 

İslamcı ailelerin çocukların eğitim felsefesinde karşı karşıya kaldığı bu yenilik, ister istemez bizleri İslam’ın bildung ve kişisel gelişim noktasında yaşadığı dönüşümlerin etüdüne getiriyor. 

Bu konuda her şeyden önce şunu söylemek zorundayız. İslamcı ailelerin çocuklarının sorgulanamaz otoriteye dayalı düşünceden sıyrılma yönündeki eğilimi sadece okullardaki eğitimle sınırlı kalmadı. Aksine şu an 45 yaş civarında olan ve babasını sorgulanamaz bir otorite ve ego ideali olarak gören ataerkil ailelerde yaşamış pek çok ebeveyn, hem yaşamış oldukları kuşak çatışması hem televizyonda, sinemada vs. karşı karşıya kaldıkları Batılı aile eğitim felsefesinin cazibesine kapılmış olmaları hem de İslamcı iktidarın konfor sağlamada hayli ciddi olanaklar sağlamış oluşu sonucu çocuklarına sorgulanamaz bir otorite olarak değil, onları mutlu etmekle sorumlu eşit birer dost olarak yaklaştılar. Yani eğer Tanrı otoritesi baba otoritesinin bir genişlemesiyse, pek çok İslamcı çocuğun artık Tanrı’yı kendilerine zorlu bir hayat yaşamayı emreden sorgulanamaz bir otorite olarak görmesi şansı pek yoktu. 

Çocuk eğitiminde bir ego ideali ve otorite oluşturmak ne kadar önemliyse, bir ideal ego, bir rol model ve bir kahramanı örnek olarak sunma becerisi de o kadar hayatidir. 2002 AK Parti iktidarından önce çocukluğunu yaşamış pek çok İslamcı, yakın tarihten kendine kahraman bulmakta zorlanmazdı. Aliya İzzetbegoviç, Seyyid Kutup, Ali Şeriati, Ömer Muhtar, Minyeli Abdullah, Huzur Sokağı’nın Feyza’sı, Bediüzzaman, İskilipli Atıf Hoca, Sezai Karakoç, Mehmed Akif, Çile şiirinin yazarı Necip Fazıl, Afganistan mücahitleri, başörtüsü yasağına ölümüne direnen İslamcı kadınlar gibi İslamcıların çocuklarına model olarak sunabileceği pek geniş bir kahramanlar repertuvarı mevcuttu 2002’den önce. Fakat 2002’den sonra sağlanmış güç ve konfor ortamında Türkiye’deki İslamcılar kahraman yaratma becerisi gösteremedi. Artık buna ihtiyaç da yoktu, zira İslamcı seçkinler güç ve zenginlik içindeydiler. 

AK Parti iktidarından önce İslamcılar çocuklarına İslam’ı benimsetmeyi Kuran Kurslarına tahvil etmişlerdi. Fakat 28 Şubat Darbesi Kuran Kurslarını kapatınca ve AK Parti iktidarı eline alınca, bu görevde ağırlığı Kuran Kurslarına değil, devletin denetimindeki okullara verdi. Kişilik gelişiminde Kuran Kursu’yla okulun farkı şu: Okul mecbur olduğu için gidilen ve bünyesinde kerhen yaşanılan bir yerdir. Ve öğretmen genellikle sevilmeyen bir otorite figürüdür. Kuran Kursu’nda ise hocalık yapan ağabey, bir dost ve ideal egodur ve Kuran Kursu’na sadece Kuran öğrenmek için değil, eğlenmek, oynamak, şaklabanlık yapmak, sosyalleşmek, arkadaşlık kurmak için de gidilir. Kuran Kursu’ndan sorumlu olan ağabey ve hoca, tüm bu eğlence ve sosyalleşme süreçlerinin merkezindedir ve pek çok çocuk için mükemmel bir ideal egodur. Kuran Kursları eski ağırlığını kaybedince, çocuğun kendiyle özdeşleşeceği ideal ego olarak Kuran Kursu hocası olan ağabey figürü de ortadan kalkmış oldu. Ve çocuklar, İslam’ı, gitmekten hiç hazzetmedikleri resmi okullarda zorunlu bir endoktrinasyon süreci olarak kavrar oldular. 

İslamcı ailelerin çocuklarına ideal ego olarak gösterilecek kahraman kaybı sadece Türkiye’yle ve yakın tarihle sınırlı değil. İslamcılığın ilahiyat fakülteleri merkezli olarak ağır bir gelenek-tarihselcilik tartışması yaşadığını söylemiştim. Bu süreçte tarihselcilerin geleneksel İslamcıların kahraman olarak sunduğu pek çok insanın, Mevlana’nın, İmam Şafii’nin, Hazret-i Talha, Zübeyr ve Ayşe’nin, Fatih Sultan Mehmed’in vs. pek çok İslam büyüğünün sadece tezlerini değil, birer kahraman olarak kişiliklerini de büyüsünden yoksun bıraktığını söylemek gerekiyor. Gelenekçi-tarihselci tartışmasında tarihselciler büyük bir güç kazanmadan önce, çocuklara İslam kahramanlarını anlatan yazarlar da, çocuklarına bu hikâyeleri okuyan babalar ve analar da bu romantik hikâyelere samimiyetle inanırdı ve bu samimiyet duygusu çocuğa hiç kirlenmemiş bir biçimde intikal ederdi. Fakat tarihselci büyü bozucu tezlerin kamuda kendine ciddi bir yer bulmasından sonra, artık bu samimiyet eskisi gibi sürdürülemez oldu ve çocuğa tarihten kahramanlar sunma ödevi, bir ideolojinin kahramanlarının, giderek daha fazla samimiyetini kaybetmiş bir endoktrinasyon çabasına dönüşmesi neticesini doğurdu pek çok yazar ve ebeveyn tarafından.

İslam mirasından kahramanları birer ideal ego ve örnek kişilik olarak çocuklara benimsetme çabasına zarar veren diğer bir etmen ise televizyona, Hollywood filmlerine, müzik kanallarına, futbol maçlarına giderek daha fazla muhatap olan çocukların İslam kahramanlarındansa uluslararası futbol yıldızlarının, Hollywood aktör ve aktrislerinin, popüler müzik ikonlarının vs. cazibesine kapılır oluşuydu. 

İslam’ın bir bildung ve kişisel gelişim hedefinde uğradığı erozyonun İslam kahramanlarıyla ilgili son bir boyutu ise, İslam’ın ideal figürünün mücahit ve gazi oluşuyla ve 2002 İslamcı iktidarından sonra bir yaşam ideali olarak cihad ve gazanın yeni koşullara göre güncelleştirilememiş olmasıyla ilgiliydi. 2002’de İslamcılar iktidara gelirken İslamcı gömleği çıkardıklarını söylediler. Bu gömlek çıkarken elden çıkarılan başka bir şey cihad ve gaza idealiydi. Pek çok İslamcı, 2008 yılında Kemalistlere karşı kesin bir zafer kazandıktan sonra, artık zafere erişilmiş olduğunu ve artık işin ‘ganimet toplamak’ olduğunu düşündü. Haliyle eskiden İslamcı çocuk yetiştirmede temel felsefe olan cihad idealini benimsetmek pek çok ana-baba için gerekli bir seçenek olmaktan çıktı. Zira zorluk dönemi ortadan kalkmış, zafer ve mutluluk dönemi başlamıştı. Cihad ideali yeni koşullara göre yeni bir muhtevaya kavuşturulabilirdi. Fakat görebildiğim kadarıyla bu çabaya ciddiyetle eğilen pek kimse olmadı. Ve çocuğa İslam’ı benimsetmek, çocuğa bir mefkure ve ideal benimsetmek olmaktan çıktı; sadece siyasal bir derdi ve kavgası olmayan muhafazakâr bir kimlik benimsetme çabası olarak değer kazandı. Ki bu geri çekilişle beraber, idealist bir kişilik yetiştirme programının gençler için cazibesi ve karizması da yitirilmiş oldu. Zira ergenlik krizleri yaşayan bir genç, maddi konfor kadar idealist bir ruh haline de ulaşmak ister. İslamcılar bu idealist bildung inşası çabasını yitirince ergenlik sürecini yaşayan gençler için bir referans kimlik olma cazibesini de giderek daha fazla yitirir oldu. 

III. Ütopyanın Çöküşü

İslamcıların 2002’den sonra çocuk yetiştirmede cihad motivasyonunu kaybetmesiyle ile ilgili olarak söylenmesi gereken bir istisna durumu var: Tayyip Erdoğan bir lider figürü olarak son birkaç yıla kadar mücahit olma ve toplum tarafından mücahit olarak algılanma yeteneğini sürdürdü. Gerek 2008’e kadar Kemalistlerle savaşında; gerek one minute, Mavi Marmara Savaşı’ndaki gibi İsrail’e karşı koyuşunda; gerek Arap Baharı’nda; gerekse de 17 Aralık’tan sonra Fethullah Gülen’in şahsında ABD ve İsrail gibi güçlerle kavgasında pek çok İslamcı aile ve seçmen için bir cihad lideri olarak kabul edildi ve bu mücahit kişiliği yüzünden toplumdan ve AK Partili İslamcı seçkinlerden ciddi destek gördü.      

Fakat 15 Temmuz zaferi sonrasında Tayyip Erdoğan’ın yarattığı Türkiye, artık İslamcıların Türkiye’ye ve İslam dünyasına hediye etmek istediği ütopyanın da kesin olarak kaybetmiş olduğu anlamına geldi pek çok İslamcı tarafından. İdeolojilerin pek çoğunun temel bir fonksiyonunun bu dünyada ya da ölüm sonrasında bir cennet yaratma yeteneği olduğunu söylemiştim. Pek çok İslamcı için 2023 koşullarında bu cennet, Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrasında yöneldiği politik eksen üzerinden yitirilmişti. 

Ütopya yitiminin İslamcılık ideolojinin içine girdiği kriz açısından hayli ciddi sonuçları var. Her şeyden önce, Tayyip Erdoğan liderliğinde ütopyanın yitmiş olması durumu, İslamcı cemaati birbirine düğümleyen karizmatik liderliğin büyüsünü ve meşruiyetini büyük ölçüde yitirmiş olması anlamına geliyor. Yani bu ütopya yitiminde bütün cemaati tüm iç ihtilaflarına rağmen bir arada tutan ve cemaate yön gösteren liderlik düğümü büyük bir yara aldı. 

Fakat mesele liderliğin meşruiyetini yitimiyle sınırlı değil. Bir ütopya bizlerin dürtülerini kanalize eden, yaşam hikâyelerimizi yazarken bizlere bir yön gösteren, bizlere ütopyaya giden yolda acılarla ve travmalarla baş etmeyi öğreten ve hepsinden önemlisi ütopyayı paylaşan cemaatin fertleri ve alt gruplarıyla ‘yaşanmaya değer bir bireysel ve ortak yaşam’ sürdürdüğümüze dair inancımızı korumayı sağlayan bir gelecek tasavvurudur. Bu sebeple İslamcıların ütopyalarını yitirdiğinin kesin olarak anlaşılması, yaşadıkları zorlu hayatta onları ayakta tutan ve onları onurlu kişiliklerine, kimliklerine, birbirlerine ve kutsallarına bağlayan tüm manevi bağların krize girmesi anlamına geldi. 

Ve tüm bunların sonucunda, İslamcıların ütopyalarını yitirmiş olması durumu, İslamcıların eskiden pek de kafaya takmadıkları pek çok sorunu ciddi bir biçimde masaya yatırması ve keskin ve acımasız bir özeleştiri sürecine girmesi anlamına geldi. “Ütopyanın yitiminde hata neredeydi?” sorusu pek çok İslamcı için en öncelikli sorgulama alanı oldu.

IV. Bugünkü Sekülerleşme İslam’ın Akıldışı Olmasından mı Kaynaklanıyor?

Bu radikal özeleştiri sürecinde öne çıkan ve herkesin medyada gördüğü ilk başlık, İslam’ın temel kaynaklarının, Kuran’ın, Sünnet’in ve İslam medeniyet tarihinin tümden yanlış temellere dayandığının tartışılması oldu. Yani bugün medyada gördüğümüz üzere “İslamcılık neden bir ideoloji olarak çöktü?” sorusuna yanıt arayan pek çok birey, “Zaten İslam akıl açısından yanlış ve bozuk bir dindi. O yüzden kaybetmeye mahkûmdu” yanıtını verir oldu. Ve bu cevabı verirken de 11 Eylül sonrasında ABD elitinin İslam’a düşünsel saldırısına maruz kalmış ve İslam’a dair pek çok oryantalist metni Türkçeye çevirmiş ve hatmetmiş durumdaydılar. Yani maruz kaldıkları düşünsel saldırı oldukça sofistikeydi.

Halbuki bir ideolojiye ve kimliğe bağlılığın oldukça akıldışı sebepleri olduğunu söyledim ve bu akıldışı sebeplerin Şerif Mardinvari bir dökümünü yaptım yazı boyunca. İslamcılar emperyalist Batı’nın tokadını yedikleri 19’uncu yüzyıldan bu yana İslam’ın temel kaynakları ve modern Batı aklı arasındaki çatışmalarla yüzleşmişler ve bu yüzleşme onların İslam’dan kopmasına değil, İslam’ı daha da ciddi bir hamiyetle ve taze bir biçimde savunmaya ve yeniden formüle etmeye sevk etmişti. Oysa bugünkü buhran, pek çok İslamcı büyüğü, İslam’ı daha da güçlü savunmaya ve taze bir İslam düşüncesi yaratmaya değil de, İslam’dan neredeyse tamamen kopmaya ve neredeyse tam bir sekülerleşmeye yol açıyor. 

Anladığım kadarıyla, bugünkü buhran atmosferinde “İslam zaten akıldışı bir din. O yüzden kaybetmeye mahkûm” algısını doğuran şey şu: Geçmişte yaşanmış ve İslam’ı yeniden yaratmaya sevk eden krizlerin aksine, bugünkü İslamcılar kendi kutsal kaynaklarına ve geçmiş medeniyet tarihlerine bakarken, bu makalede bahsettiğim dönüşümler gölgesinde düşünce süreçleri geliştiriyorlar. İslamcılar, bugünkü krizde, cemaatlerinin ve ortak ‘biz’ duygusunun travmaya uğramış olduğunu deneyimliyorlar. İslamcılar, bugün Kuran’a, Sünnet’e ve İslam tarihine bakarken, kendi hayatlarına anlam vermiş bireysel ve toplumsal değerlerin çöküşünü içeriden yaşıyorlar. İslamcılar, bugün Kuran’a, Sünnet’e ve İslam tarihine bakarken, 2002’den önce formüle ettikleri ve 2002 sonrasının koşullarında tecdit edilmemiş entelektüel haritalarının çöküşünü deneyimliyorlar. Yine İslamcılar, temel kaynaklarına yeniden anlam verirken ellerindeki 20’nci yüzyılda formüle ettikleri ve sonra 21’inci yüzyıl için gerekli tecdidi gerçekleştirmemiş İslami mirasın bildung ve kişisel gelişim konusunda onlara ciddiye alınır bir kaynak sunmadığını fark ediyorlar. Ve yine, son olarak İslamcılar Kuran’a, Sünnet’e ve İslam medeniyet tarihine yeniden anlam verirken 20’nci yüzyılda formüle ettikleri ve sonra gerekli tecdidi gerçekleştirmemiş ütopyalarına ulaşmanın imkânsız olduğunu deneyimliyorlar. Pek çok İslamcı artık kendisini ümmet aidiyetini, ideallerini, dini onur duygusunu ve hedeflerini tamamen yitirmiş atomize bir birey olarak deneyimliyor. Ve sonra atomize olmuş bireyler olarak tüm bunların nedenini İslam’ın temel kaynakları olan Kuran ve Sünnet’te ve İslam medeniyet tarihinde aramaya dair bir düşünsel süreç geliştiriyorlar. 

Oysa Kuran’ı ve Sünnet’i anlamanın hayli farklı yolları olabilir. Kuran ve Sünnet, Dört Halife Dönemi zaferini yaratmıştı. Kuran ve Sünnet’in taze bir biçimde yorumlanması Endülüs barışını yaratmıştı. Kuran ve Sünnet’in taze bir biçimde okunması, 19’uncu yüzyılda Horasan Rönesansı’nı yaratmıştı. Yine Kuran ve Sünnet’in taze bir biçimde okunması, üç kıtaya hükmedebilmiş Osmanlı Barışı’nı yaratmıştı. 

Yani İslamcılar bugünkü kriz durumunu tam bir sekülerleşme zemini olarak değil de, tam da büyük idealist tarihçi Arnold Toynbee’nin dediği gibi kendisine yaratıcı yanıt verilecek ve başa çıkılabilecek bir ‘meydan okuma’ olarak deneyimleyebilirlerdi.  Fakat dediğim gibi bir ideolojiye bağlılığın akıldışı kaynakları; yani cemaatin yitimi, değerlerin yitimi, entelektüel haritanın çöküşü, bildung ve kişisel gelişimde yaşanan travmalar ve ütopyanın kesin kaybı gibi sebepler, İslamcıların bugünkü krizi İslam’ı yeniden 21’inci asra hitap eder bir tarzda okuma çabasına ölümcül bir balta vurmuş durumdadır. 

V. Sonsözler

Bir doktora öğrencisi, Şerif Mardin’in rehberliğinde, İslamcıların bugünkü sekülerleşmesi sürecini anlamlandırmak için bir çalışma yapmak isteseydi, sanıyorum, çalışmasının iskeleti bu makalede zikrettiğim dönüşümleri etüt etmek üzere kurulurdu. Fakat sanıyorum, bu çalışmanın yayımlanmış hali, benim bu makaledeki üslubum gibi sade bir dille ifade edilmez ve soyut genelleştirmeler suretinde tezahür etmezdi. Bu doktora tezinin hayli ağır, sofistike ve usturuplu bir dili olurdu. Ve bu çalışmanın son ve yayımlanmış hali, her argümanı için örneklerini ve hikâyelerini uzun uzun anlatan, her söylediğine istisnalar koyan ve bu istisnaları da uzun uzun analiz eden, dile getirdiği her argümanın arka planında yatan Batılı kuramsal mirası her seferinde öne çıkaran ve bu kuramlarla hesaplaşmasını da metnin içine yediren, argümanlarını birbiri peşi sıra ortaya dökmektense, bu argümanları bütünlüklü bir roman gibi bir anlatı haline getiren ve edebiyat zevki olan okurun da kendisinden hazzedebileceği estetik kıvama sahip bulunan bir şekle sahip olurdu. 

Fakat bu makale bir doktora tezi değil. Sadece amatör bir deneme. Ve burada yazdığım neredeyse hiçbir cümle, akademik bir merak neticesi yaptığım okumalara dayanmıyor. Aksine bu makale, aslında benim son 25 yıllık otobiyografimin, yani 28 Şubat Darbesi sonrası yaşadıklarımın bilimsel bir şekle sokulmuş hali. Yani yazdığım her şey ya benim ya ailemin ya da çevremdeki dostlarımın son 25 yılda yaşadıklarının nesnellik süsü verilmiş bir hikâyesinden ibaret. 

İyi bir sosyal bilim eğitimi almış ve pek çok sosyal bilim klasiğini okumuş olsam da, gerçek bir sosyal bilimci değilim. Kendi hakikatlerine sımsıkı inanmış bir ideolog ve adanmış bir İslam düşünürüyüm. Bu makaleyi de akademik bir çalışma olsun diye değil, İslam’ı yeniden diriltebilme kaygısıyla yazıyorum. Bugün İslam’ın yaşadığı krizin bir çöküş değil de, kendisine yaratıcı bir yanıt verilecek bir meydan okuma olduğu inancına sahip nadir Müslümanlardan biriyim sanırım. Ve bu meydan okumanın tamamen ve tamamen Allah tarafından önümüze konulmuş bir meydan okuma ve imtihan olduğuna ve gerekli cehdi ve çabayı gösterirsek bu badireyi atlatabileceğimize inanıyorum. “İslam’ı yeniden diriltmek için neleri dönüştürmemiz gerekiyor?” Bu makaleyle bu hususlara dikkat çekmek istiyorum. 

Bunların yanında, bir İslam düşünürü olarak, “Oku!” emriyle dünya sahnesine giriş yapmış Kuran’ın, içinde yaşadığım toplumun entelektüel seviyesini yükseltmek için çabalamamı da bir misyon olarak bana ve tüm İslamcılara yüklediğine de inanıyorum. Ve akademimizin, eğitim sistemimizin ve özelde toplumsal düşünce geleneğimizin içine girmiş olduğu çölleşme havası içimi acıtıyor. Benim entelektüel kişiliğimi kazandığım 1990’lı yıllarda toplumsal düşüncede muazzam bir heyecan ve enerji vardı. Bugün ise, ne yazık ki, bugünkü krizlerimizde bizi aydınlatacak, bizlere yön gösterecek ve bugünkü krizleri aşmada bizlere açılım sağlayacak toplum düşünürümüz galiba kalmadı. 

Bu metni okuyacak insanların, en başta akademideki gençlerin, bu makaleyi tümden çürütebilecek olsalar bile Türkiye toplumunun krizlerine dair sorgulamalara girişme tutkusunu alevlendirebilirsem hedefimi yerine getirmiş olacağım. Ve elbette, en başta genç akademisyenlerin Şerif Mardin külliyatını sanki bugün yazılmış gibi taptaze bir heyecanla ellerine alabilmelerini sağlayabilirsem yine amacım gerçekleşmiş olacaktır.

Ve elbette, İslam’ın bugünkü krizine nasıl yaratıcı yanıtlar verilebileceğini merak eden okurun, bu makale vesileliğiyle, benim İslam’a dair yazmış olduğum ve ne yazık ki pek kimsenin okumadığı kitaplarımı merak etmesini sağlayabilirsem, bundan ayrıca bir tatmin duyacağım. İslam dini, onun temel kaynakları ve acısı ve tatlısıyla tüm İslam medeniyeti tarihi hâlâ benim hayatıma heyecan katıyor. Bu heyecanı en başta gençler olmak üzere bugünün ümidini kaybetmiş insanlarına da yaşatabilmeyi dilerdim.

Esat Arslan - 15 Ağustos 2023

Editör: Kerim Öztürk