Uğruna Nice Bilim İnsanının Öldürüldüğü Kitap Divân-Ü Lügat-İt Türk Uğruna Nice Bilim İnsanının Öldürüldüğü Kitap Divân-Ü Lügat-İt Türk

       Yetmişinci yaş, insanoğlu tarafından ortalama ömür süresi olarak kabul edilmiş. Oysa çok kişi 70 yaşına varamadan terk eder dünya hayatını. Yetmiş yaşını geçip 80, 90, 100 yılı tutturanlar da var ama onların sayısı önemli sayılmayacak kadar az. Nedense 70 yaş normal yaşamın sınırı olarak görülmüş hep insanlar arasında. Şair Cahit Sıtkı Tarancı "OTUZ BEŞ YAŞ" şiirinde "Yaş otuz beş/Yolun yarısı eder" demişti. O halde yetmiş yaş da hayat yolunun tamamı demek oluyor. Buna göre ben de hayatımın normal süresini tüketmiş sayılırım.
          Halkımız, "yediden yetmişe" deyimiyle bu iki sayı arasındaki insanlara değer vermiş, dışta kalanları ise insandan saymamış. Eskiden mektuplarda dahi "yediden yetmişe herkese çok selam ederiz" ifadesi kullanılıyordu. Bir etkinliğe davet edilirken "yediden yetmişe herkes davetlidir" denirdi. Demek oluyor ki, bizim gibi yetmiş yaşını doldurmuş olanlara selam dahi gönderilmeyecek. Bir de "Yaşı yetmiş, işi bitmiş" demiş ya atalarımız, bu söz, çok ürkütücü ve üzerinde durulacak bir hüküm. Bir şair dostum yetmişinci yaşına adadığı bir şiirinde "Kim demiş ki yaşı yetmiş, işi bitmiş/Durmak yok, yola devam" mahiyetinde bir şeyler yazmıştı ve birkaç ay sonra da Azrail'e yakalanmıştı. Oysa yetmişi bırakın yüz yıl yaşamış olanların dahi ölmek istemediklerini herkes bilir... 
       Yetmişinci yaşımı doldurmasaydım, her halde bu sayı üzerinde bu kadar kapsamlı ve geniş düşünmeyecektim ve muhakeme de yürütmeyecektim her halde. Ama şansımız yaver gitti ve bizi yetmişi yakalayan mutlular arasına getirdi. Oysa daha genç yaşlarımda da Azrail ile birkaç defa karşı karşıya gelmiş ve yakayı kıl payı ölümden kurtarmıştık. O durumlardan birinde ölüm gerçekleşseydi biz çoktan toprak olur, çocuklarımızın belleğinden bile silinirdik. Bize normal bir ömür süresi yaşattığı için yaradan Mevlâ'ya bin kere, bin bir kere teşekkür ediyorum. Keşke ömrünün baharında olgunlaşmamış bir meyva gibi dalından kopartılan kınalı kuzularımız- şehitlerimiz de bizim kadar yaşamış olsalardı, dünya zevkleri ve sevinçlerinden tatmış olurlardı. Ama kader bu kınalı kuzularımıza haksızlık ediyor nedense...
       Bu yetmiş yıllık süre içerisinde neler yaptığımı bazen bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçiriyorum. Çocukluğum, İkinci Dünya Savaşı yıllarına ve sonrasına rastladığı için bol bol yoksulluk ve sefalet çektiğimizi hatırlıyorum. Geçen asrın kırklı ve ellili yılları Bulgaristan halkının savaş yaralarını sarma ve yoksulluğu bertaraf etme yıllarıydı. Kadın-erkek, genç-yaşlı, çoluk-çocuk, herkes kendi gücü çapında kalkınma hamlelerine katkı sağlıyordu. Genelde kırsal yerleşim yerlerinde yaşayan Türk çocukları da ailelerine tarla tarımında ve hayvan bakımında yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Biz de o işlerin içinde, ışıksız ve kitapsız evlerde, susuz ve yolsuz köylerde toz bulutları altında oynayarak ve çalışarak büyüdük. İlk ve ortaokul yıllarımızda ne yeteri kadar kitap gördük, ne de karnımız doydu. Salgın hastalıklardan, bit ve mikroplardan payımıza düşeni aldık çok şükür. Tabiatla iç içe yaşayarak canlıları daha yakından tanıyıp sevdik. Bunlar da güzel şeylerdi.
        Yokluklar ve zorluklar bizi iyi terbiye etmiş meğer. Onların altında ezildikçe kitap okumanın, bilgi edinmenin, terbiyeli olmanın ne olduğunu daha iyi anlamışız. O nedenledir ki, öğrencilik yıllarımızı başarılarla süslemişiz. Oysa o yıllarda ilkokul ve ortaokul    öğretmenlerimin kendileri de ortaokul bitirmiş kişilerdi. Öyle olmasına rağmen birçoğumuz liselere veya lise dengi okullara girmeyi başardık. Ben 1956 yılında Dobriç şehrindeki dört yıllık Pedagoji Okulu sınavlarını kazanıp kaydımı yaptırmayı başardım. Ailemiz 7 çocuklu olduğundan bana yeteri kadar para ve gıda gönderilemiyordu. Açlığın ne olduğunu orada öğrendim. Daha sonra devletten burs kazandım. O devlet bursu olmasa benim öğrenim yapmam kesinlikle mümkün olmazdı. Neyse ki 1960 yılında üstün başarıyla diplomamı alıp kendi köyüme dönüp   öğretmenlik mesleğime başladım. 
        Derken askerlik çağı geldi ve ben kendimi asker ocağında buldum. Yıl 1961. Birliklerimize gönderilmezden önce yapılan sağlık kontrolünde komisyon üyeleri evraklarıma baktılar, bana baktılar ve sen ne iş yapıyorsun, diye sordular. İlkokul öğretmeni olarak çalıştığımı söyledim. Askerlik şubesi memurları birbirilerine baktılar. Benim lise dengi okul bitirmiş biri olduğumu öğrenmişlerdi. Önlerinde ise doğduğum köy makamlarından gönderilmiş formda ortaokul bitirmiş olduğum yazılmıştı ve “Emek Ordusu” birliklerine gönderilmem önerilmişti. O formdaki yazılanların üzerine çizgi çekildi ve Hava Kuvvetleri (VVS) yazıldı. Benim gönderileceğim birliğin adı da yazılmıştı. Elime verilen kartta Bağlı bulunduğum il merkezi hava alanında irtibat bölüğünde hizmet vereceğim birliğin adı ve adresi yazılıydı. 
      Bu düzeltmenin yapıldığı sırada Bulgar kökenli köy muhtarımız Kurti Nikolov’un bir kavga esnasında bana söylediği sözleri hatırladım: “Sen okudun diye yüksekten uçuyorsun ama ben senin kanatlarını budamasını bilirim. Üstelik de çakıl kırmaya da gönderirim.” Evet Muhtarımız gerçekten de ilkokul bile bitirmemiş bir Bulgar’dı ve Türklerden nefret ediyordu. Kendisiyle kapışmamız makamındaki radyoyu kurcalayıp Sofya Radyosunun Türkçe yayınlarına çekmiş olmamdı. Acemi bir öğretmeni yaka paça muhtarlıktan atması ağrıma gitmişti. Bana başka bir şey yapamayınca askeri makamlara verilecek belgelere benim hakkımda asılsız şeyler yazmıştı. Bu, reşit olduğumda Bulgarlardan yediğim ilk tokat değildi. 
      Neyse askeri birliğe vardığımızda törenle karşılandık. Bizleri 12-13 kişilik mangalara paylaştırdılar. Benim bulunduğum mangada daha üç Türk genci vardı ki, ikisi komşu köyden olup benim ortaokuldan öğrenci arkadaşlarımdı. Onların lise diplomaları yoktu ama Bulgar ordusuna sıra askeri olarak alınmışlardı. Şimdiye kadar Türkleri sıra askeri olarak orduya almıyorlardı. Onların yeri “emek ordusu” denen işçiler ordusuydu. Silâhları ise çapa, kürek ve kazma idi. Bu sene Bulgar soylu asker yetişmemiş olduğundan Lisesi olmayan Türk gençlerinden da almak zorunluluğu hasıl olmuştu. İki aylık bir eğitim dönemine girmiştik. Beni 3. gün manga başı yapıp acemilerin eğitimiyle görevlendirdiler. Bu göreve lâyık görülmem mangada yegâne lise tahsilli kişi ve öğretmen olmamdan kaynaklanıyordu. İki ay sonra yemin törenleri yapıldı ve yeni askerler çeşitli kıtalara verildiler. Türk arkadaşlarımı birliğin hizmet ünitelerine beni de irtibat bölüğünde telefon santralinde telefoncu görevine verdiler. Burada 4 kişiydik ve aralarında yegâne ben Türk idim.   
      Benim Türk oluşum ve gelir gelmez de manga komutanlığına (onbaşılık) getirilişim bazı Bulgar soylu askerlerin hiç de hoşuna gitmemişti. Hakkımda iftiralar ve asılsız haberler üretmeye başladılar. Beni öfke ve kin dolu gözlerle süzüyor, üzerime çullanmak için fırsat ve uygun yer arıyorlardı. Ben güya şöyle bir beyanatta bulunmuşum: “Biz Türkler, sizi 500 sene yönetmişiz ve daha bir okadar sene yöneteceğiz.” Benim aklımın köşesinden bile geçmeyen bu söylenti, hizmet süresi uzatılan ve terhis edilmeyi bekleyen eski askerleri adamakıllı kızdırmıştı. Durumun vahim olduğunu bana yine eski bir asker olan Türk asıllı İbrahim Dedev bildirmişti. Ne de olsa o da bir etnik Türktü ve korunmam için beni uyarıyordu. Durumu birliğimizin Siyasi komutanı olan Binbaşı Penev’e bildirdim. “Biz böyle bir gelişmenin olabileceğini tahmin etmiştik. Sen müsterih ol ve işine devam et. Ben onlarla görüşürüm.” Gerçekten de eski askerlerle görüşüp üzerimdeki kara bulutları dağıtmıştı. 
      O sene (1961) Küba meselesi vardı. ABD, Küba’ya ekonomik abluka uyguluyordu. O zamanki SSCB KP genel sekreteri Nikita Hruşçev, Kübalı kardeşlerine balistik füzelerle uzaktan da yardım edebileceğini bildirmiş ve halklar arasında büyük bir tedirginlik hasıl olmuştu. Kısa zamanda ABD ile SSCB arasındaki gerginlik bitti ve süreleri uzatılmış olan eski askerler de terhis edildiler. Askerliğimin ikinci yılında üçüncü kardeş kanunu çıktı ve ben de ailenin 3. erkek çocuğu olduğumdan kısa süre askerlik (1,5 yıl) yaparak terhis edildim.       
      Sonra yine öğretmenliğe dönüp aile yuvamızı da kurduk. Beş yıl öğretmenlikten sonra okuma merakım tekrar nüksetti. Sofya Üniversitesi'nin Şumen şehrinde filyali (kolu) açılınca koşa koşa gittim. Arkamda destek verecek anne baba yoktu. Eşim bir buçuk yaşındaki oğlumuzu büyütmeye çalışıyor ama onun da bir işi ve geliri yoktu. Parasızlık her ikimizi de duvara dayamış, çocuğumuza yedirecek yoğurt bile alınamıyor. Ağabeyimiz Ahmet Cebeci Türkiye'ye iltica etmiş (1966) ve ben de "vatan haini" birinin kardeşi damgasını yemiştim. Eşime ufak bir iş vermeleri için Belediye Merkezi olan N.Kamena parti ve devlet yöneticilerine başvuruyoruz. Tık yok. Nereye gitsek çıkmaz sokağa dalmış oluyoruz. Evim ile okulum arasında çaresiz bocalıyorum. Eşime annesinden ve okul müdürüm Krıstinka'dan ufak yardımlar geliyor...
       Şumen fakültesinde birinci dönem sınavlarında en yüksek puanları alarak fakülte birincisi oluyorum. Arkamda biyoloji bölümünden bir Bulgar kızının başarısı beni takip ediyor. Sofya Üniversitesi'nin muhasebesi, çifte burs vermek için en başarılı öğrencilerin adlarını istemiş. Fakülte dekanımız Prof. İ. Penkov ve sekreteri Hasan Bekirov belgeleri hazırlayıp bekletiyorlar. Parti sekreteri Çavdar Tanev'in imzalaması gerekiyormuş. Belgeleri gören Tanev, benim milliyetçi tezahüratlarım olduğunu öne sürüp adımı sildiriyor. Ama 50 levalık en yüksek bursu alma hakkıma dokunamıyorlar. İşte bu bursla da Şumen filyal-fakültesinden Coğrafya, Türkçe ve İş-teknik derslerinden ortaokul öğretmeni diplomasını alıyorum. 
      Oğlumuz 5 yaşına gelmiş, ben de köyüme dönmüşüm. Eşim sağlık ocağında çalışıyor. Okulların açılmasına iki ay var. Üç beş leva gelsin diye bir sanayi merkezi olan Devne'de çalışan köyümüzün inşaat ustaları grubuna katılıyorum ve 5. derece mozaik ustası sertifikasını da alıyorum. Eylül ayından itibaren işlerimiz normal mecrasında akmaya başlıyor. Bir yandan öğretmenlik yapıyor, bir yandan da Sofya Üniversitesinde Türkoloji okuyorum. Sınavlar sona erdikten sonra da 2 yıl boyunca 350 sayfalık "Pirliköy Ağzı" tezini yazıp savunuyorum. Ben Türkoloji bölümünden mezun oluyorum ama okullarda Türk dili öğretimine son veriliyor. İyi ki üniversite diplomamda Türk dili ve Edebiyat birinci ihtisas, coğrafya ise ikinci ihtisas olarak gösterilmiş ve bana liselerde de ders verme hakkı tanınmış. O nedenle de ekmeğimi Coğrafya öğretmeni olarak kazanmaya başladım ta ki 1989 yılına kadar.
        Yetmiş yaş aslında çok uzun bir zaman dilimi değil ama üç kuşağın bazen de dört kuşağın bir arada yaşamasına fırsat veren bir zaman kesiti. İnsanlar bu süre içinde genelde çoluk- çocuk yetiştirip torun torba sahibi oluyorlar. Bazen torunlarının evliliklerine tanık oluyor, hatta torunlarının çocuklarını dahi görebilme mutluluğuna eriyorlar. Ben de bu süre içinde eşimle birlikte iki hayırlı evlât yetiştirip ele güne kattım. Oğlum doktor, kızım öğretmen olarak çalışıyorlar. Her ikisinin de bilgi ve kültür birikimleri emsallerine göre harikulâde . Onların sayesinde üç de torun dedesi oldum. Torunlarımın daha çok olmasını içtenlikle isterdim, zira büyük milletimizin çok sayıda düşmanı var. Her gün kasten insanlarımız öldürülüyor, şehitler veriliyor, milletimiz giderek kan kaybetiyor...
      Yetmiş yıllık ömrüme daha neler sığdırdım diye düşünüyorum zaman zaman ama ulaştıklarımdan yine de memnun kalamıyorum. Yetmiş yıl içinde yedi kitap yayınladım. Bunlara o oldukça hacimli mezuniyet tezimi dahil etmiyorum. Ayrıca Deliorman bölgesinin Türk halk şiiri ürünlerini de derlemişiz büyük kardeşimle birlikte. Deneme ve köşe yazılarım kitaplaşmayı bekliyor. Bir o kadar da yol yazılarım ve röportajlarım var. Zaman zaman sempozyumlarda bilimsel bildiriler de sundum. En büyük merakım bilim adamı olmaktı ama gördüm ki, sadece hevesli olmakla iş bitmiyor. Gücümün yettiği kadar sıçrayabildim ancak. Bulgaristan'da Türkoloji dalında yükselmek Türk kökenli bir genç için tabii ki, mümkün değildi. Orada bir köy öğretmeni olmaktan daha öte gitmem mümkün olmadı. Oysa ben çalışmayı çok seven, zamanın büyük değer olduğunu hiç aklından çıkarmayan, okumaktan ve araştırmaktan zevk alan bir kişi olarak daha çok eserler bırakabilirdim. 
       Diğer hemşerilerimiz gibi ben de sosyalist rejim şartlarında Bulgaristan'da çalışmak üzere yetiştirilmiştim. Sistemin kurallarına ve kanunlarına ters düşecek hareketlerde bulunmamış, bilâkis milletin iyiliği ve ülkemin kalkınması için çalışmıştım. Öyle olduğu halde komünist Bulgar yöneticilerin gözünde diken olmaktan kurtulamadım. Mesleki ve bilimsel toplantılarda yaptığım konuşmalar hep kuşkuyla ve tepkiyle karşılanıyor ve emniyetin kulaklarına varıyordu. Ne yapsak, nereye gitsek, ne söylesek hep biliniyor ve kayıtlara geçiyordu. Bizim sadece sosyalist fikirli Türk asıllı Bulgar vatandaşı olmamız parti kodamanlarını tatmin etmiyordu. İstedikleri bir etnik Bulgar gibi düşünmemizi, Türklükten ve Türkiye'den nefret etmemizi sağlamaktı. O zaman ancak gerçek komünist ve gerçek Bulgar vatandaşı olacaktık. Sözgelişi bir Türk futbol takımı ile bir Bulgar takımı maç yaparken kalbimiz Bulgar takımı için çarpmalıydı. Kalplerimizin Türk takımı için çarptığını bildiklerinden bize milliyetçi damgasını vuruyorlar, düşman gözüyle bakıyorlardı. Oysa biz vatanımız Bulgaristan’ı, onun halkını seviyorduk ve bize üvey evlât muamelesi yapılmasına da kızıyor ve güceniyorduk… 
          Bizi komünist olmaktan da öte etnik Bulgar’a çevirme hedeflerine ulaşmak için ve olmazsa Türklerin sayısını göç yoluyla azaltmak için, yani etnik temizliği gerçekleştirmek için o rezil ad değiştirme planını uygulamaya koydular. Osmanlı iktidarı onları 500 yıl boyunca konserve edilmiş gibi korurken onlar, kırk yılda Türklerin kimyasını ve dünyasını değiştirmek istemişlerdi. Sorumlu kişilerine bunun büyük hata olduğunu, Parti'nin de bir gün bu eylemi hata olarak itiraf edeceğini halk diliyle anlatmaya çalıştık. Ama duyan kim, kaale alan kim? Karar yükseklerde alınmış, emir yükseklerden gelmişti. Emniyet, polis, ordu- her türlü baskı gücü onların elindeydi. Kanlı da olsa karar gerçekleşecekti. Türklerin karşı gelenlerini imha etmeyi dahi göze almışlardı. Dediklerini yaptılar. Komşularını ve dünyan kamuoyunu hiçe sayarak, insan hakları yasalarını çiğneyerek birçoğumuzun kanına girdiler. 
        Sonuçta ne oldu? Bu hunharca baskılarla büyük bir Türk göçü gerçekleşti ve bu her şeyden önce bir beyin göçüydü. Komünist iktidar, istediği kalıba sokamadığı bu Türk kitlelerine "göz çıkarayım" derken kaş yakmış oldu. Tarihte Bulgaristan'dan Türkiye'ye hiç bu kadar kolay göç olmamıştı. Türk devletini dize getirmek isteyen Bulgar hükümeti kazdığı kuyuya kendi düşmüş oldu. Türk milleti ve hükümeti soydaşlarına öyle bir karşılama, öyle bir ağırlama uyguladı ki, bunu Avrupa'nın en güçlü devleti Almanya bile başaramadı. Anavatana gelen göçmenler, aş, iş ve barınma konularında fazla zorluk çekmeden normal hayat seviyesine ulaştılar. Bulgarlarsa 23 yıldır bellerini doğrultamıyorlar.
       Bizler, 70 yıl içinde böyle mutlu bir olayı da yaşamış olduk. Oysa böyle kitlevi bir göçün yaşanacağını kimse düşünemiyordu. Böyle büyük bir basiretsizlik ve yanlışlıkla Türklerin kolayca göçünü sağlayan diktatör Todor Jivkov'un Türkiye'de anıtının dikilmesinin gerektiğini savunanlar dahi oldu. Tabii bu açık bir şakaydı ama bir gerçeği de anlatıyordu. Böyle bir hata yapılmasaydı biz Türk aydınları ne Türkiye yüzü görür ne de Türklük gururu ve sevincini yaşayabilirdik. Ama madalyonun diğer tarafını da unutmamak gerekir: yani merhum Turgut Özal ve hükümetinin kararlılığı olmasaydı, göç yollarına düşen bizler perişan olacaktık. Türk ekonomisi ve toplumu çalışma gücü ve hevesi olan bütün soydaşlarımızın realizasyonunu sağladı. 5 binin üzerinde göçmen öğretmen, Türkiye Cumhuriyeti çocuklarına Türk diliyle hitap etme ve ders verme gururunu yaşadı. Düne kadar azınlık mensubu olarak sürekli ezilmiş olan bu insanlar için bundan daha büyük bir sevinç kaynağı olamazdı. Bizler artık birinci sınıf vatandaşlar olmuştuk. Alnımız ak, başımız dikti. Orhan Seyfi aşağıdaki dizeleri sanki bizim için yazmıştı:         
           Yalnız senin tatlı esen havanda
           Kendi millî gururumu sezerim
           Yalnız senin dağında ya ovanda 
           Başım gökte, alnım açık gezerim. 
   Göçmenlik olayı, bizim düşünce ufkumuzu kat kat genişletti. Önceleri dünyaya bir azınlık mensubu olarak bakarken, Türk vatandaşlığına alındığımızda hâkim halktan birisi olarak olaylara bakış açımız da değişti. Ana dilimiz ülkenin resmi diliyle örtüşüyordu. Kısa zamanda geldiğimiz yörelerin şive özelliklerinden arınarak çağdaş Türkiye Türkçesini iyice öğrendik. Adeta bir yükseköğrenim yaparcasına çalışarak seviyemizi yükselttik. Yurt dışında Türk Dili ve Edebiyatı bitirmiş olmama rağmen Bulgaristan'da branşım üzere çalışmaya, yani Türkçe dersi vermeye fırsat bulamamıştım. MEB' e dilekçemi sunduktan 1 ay sonra İstanbul'un ünlü Vefa Lisesi'ne edebiyat öğretmeni olarak atandım. Daha sonra kendi isteğimle Çatalca Kız Meslek Lisesine geçtim. Kız çocuklarıyla Türkçe dersi yapmaktan son derece mutlu oluyordum. Derslerimi izleme isteğinde bulunan branşdaş öğretmenlerim de çok memnun kalıyorlardı. Başlangıçta zorluk çekmiş olmama rağmen kısa zamanda intibak sağladık ve sevilen öğretmenler arasında yerimizi aldık. Daha sonraki yıllarda Büyükçekmece, Çorlu'nun Ulaş İlköğretim okulunda, Çorlu M.A. Ersoy   Anadolu Lisesinde, Çorlu Başöğretmen İlköğretim okulunda öğretmenlik yaptım. Benim için Türkiye'mizin dünya tatlısı çocuklarına Türkçe öğretmekten daha zevkli ve daha gurur verici bir iş olamazdı. Burada 16 yıl çalışarak 40 yıl süren öğretmenlik mesleğimden kendi isteğimle 2005 yılında 63 yaşında ayrıldım. Böylece Bulgaristan ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilkokul, ortaokul ve liselerinde çalışarak binlerce öğrenci yetiştirip takdir ve ödüllere lâyık görüldüm. 
        Okul dışında da çalışmalarım ve sosyal etkinliklerim oldu. Bunlar arasında derneklerde ve dergilerde yaptığımız çalışmalar kayda değerdir. 1996 yılında ünlü şairimiz Mehmet Çavuş'un önderliğinde TUNA dergisini kurduk ve ben de yazı ailesinde yer aldım. 13-14 yıl boyunca Çorlu temsilciliğini yaptım. Çorlu'da çıkan yerel gazetelerde köşe yazıları yazdım. 2005/2006 yıllarında Çorlu Balkan Türkleri Derneğinin çıkardığı BALKAN TÜRKLERİ dergisinin yazı işleri müdürlüğünde bulundum. Şiirlerim ve denemelerim Tuna, Ana, Ozan, Sevgi Yolu, Gürpınar, Balkanlarda Türk Kültürü, MEB dergisi, TDK'nın Türk Dili ve Edebiyatı dergilerinde, Kosova'da çıkan BAY ve İnci dergilerinde, Bulgaristan'da, Azerbaycan'da ve Gagauzya'da çıkan bazı dergilerde yayınlandı. Halen Gebze de çıkan RUMELİ dergisinin edebiyat sorumlusuyum ve bu dergide röportaj, yol yazılarım ve denemelerim basılmaktadır. Bazı internet sitelerinde de şiirlerim yayınlanır. 
         Yetmiş yaşım dolayısıyla böyle bir yazıyı başkalarının yazması belki daha isabetli olurdu lâkin meraklısı bulunmadı. Yetmişinci yaşımızla ilgili derneklerden de çıt çıkmadı. Bulgaristan'daki arkadaşlarımız kısıtlı imkânlarına rağmen arkadaşlarının yuvarlak ve yarı yuvarlak yaşlarını kutluyorlar. Bu sene Naim Bakoğlu'nun 65. yılı kutlandı. İsperih Belediye başkanının girişimiyle merhum Ali Bayram dostumuzun 75. yılı törenle anıldı. Hatta tanıtım raporunu ben hazırlayıp sunmuştum. Çorlu'muz göçmenlerin bol olduğu yer ama şairlerin revaçta olduğu bir yer değil maalesef. Derneklerin şenlikleri de Yeni yıl ve 8 Martla sınırlı. Kültür ve sanat konularında bu kuruluşlar maalesef hep sınıfta kalıyor . 
         Başka neler sığdırdık bu yetmiş yıla sorusuna cevaben bir de müzik çalışmalarımı ilâve etmeliyim. Daha öğrencilik yıllarımdan beri sazımı elden bırakmam; kendimce halk türkülerimizi icra etmeye çalışırım. Deliorman yöresinin halk şiirlerini derleyip, Çorlu'da kurduğumuz Deliorman Türkü Grubuyla Camimahalle piknik törenlerinde, Çorlu belediye sahnesinde ve Tek Rumeli televizyonu stüdyosunda seslendirdik. İki kez Rumeli türkülerinin usta yorumcusu Faruk Yılmaz'ın türkü programında konuk olduk ve adımızı duyurduk. 
          Yetmiş yılda başımızdan geçenlerin böyle bir dergi yazısında anlatılması tabii ki, mümkün değildir. Ancak şunu belirtmekte yarar vardır ki, bizim kuşak (kırklı yıllar kuşağı) ve bizden öncekiler, kısa zamanda çok önemli ve büyük değişimlere tanık oldular. Çocukluğumuzda elektrik, telefon, radyo, televizyon, sinema, otomobil, traktör, otobüs gibi teknik araçlar yoktu. Tarım ve taşımacılık tamamen hayvan ve insan gücüyle gerçekleşiyordu. Biz çocuklar, kedi, köpek, koyun, keçi, eşek, manda, oküz, inek gibi hayvanlarla birlikte günlerimizi geçirir, odunumuzu, suyumuzu, alafımızı, zahiremizi at öküz veya manda arabalarıyla taşırdık. Tarlamızı onlarla sürer, komşu şehirlere ya yayan ya da at veya eşekle giderdik. Asfalt yol görülmüş şey değildi. Ben dahi pullukla, sabanla çift sürüp, orak biçtim, tarla çapaladım. Zamanla elektrik, su, yol, telefon getirdik ve bu işlerin yapılmasında her aile hizmet verdi. Biz yaşlandıkça evlerimize su, elektrik, radyo, telefon, televizyon önce siyah-beyaz, sonra renklisi, karyola ve mobilyalar, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, gaz ocakları, bilgisayar ve cep telefonları girdi. Ve biz o ilkel tarım aletlerinden sonra o en yeni teknoloji (bilgisayar ve cep telefonu) aletlerini de kullanmaya başladık. Bu kadar yenilikleri görüp onlardan yararlanabildiğimiz için kendimizi şanslı sayıyoruz.
      Yetmiş kelimesi belki de yeterlik bildiren "yet" kökünden gelmiş olabilir. "Bu kadar yaşamak sana yeter" mi demek istediler acaba? Yoksa "bu adam ömrün sonuna yetmiş (ulaşmış)" demek mi istediler? Bu soruları da sorduktan sonra yetmişinci yaşıma dair bu kadar yazmak yeter, diyorum. Bazı kişiler demiş ki "yetmiş yaş, normal yaş, ondan sonra ne kadar yaşarsan kelepir sayılır". Ben de diyorum ki, artık normal ömür bitti, uzatmalara girdik. Öyle ya futbol maçının normal süresi 90 dakika. Sonuç alınamazsa 15'er dakika daha oynanıyor ve onlara uzatmalar adı veriliyor. Sonra penaltılara sıra geliyor. Belki biz de uzatmalar döneminde sağlıklı hayat sürüp başka eserlere de imza atabiliriz veya Azrail'in bir penaltı vuruşuyla ebediyet kalesine atılmış olabiliriz. İşte o veda anının ne zaman ve nerede gerçekleşeceğini ancak yüce Yaratan bilir...

 İsa Cebeci                                                                                 
                                                                                                                               

Editör: Kerim Öztürk