Türkiye Cumhuriyeti’nin, dış politikasında “soğuk savaş” dönemi sona erinceye kadar Dış Türkler olarak adlandırılabilecek olan Türk Dünyasının pek fazla bir yeri olmadı. Ancak ihtiyaç olduğunda hatırlandılar. Türkiye’nin bu politikası, Dış Türklere çok pahalıya mal oldu ve inanılmaz bedeller ödetti
Diyeceksiniz ki; genç Türkiye Cumhuriyeti kendi ayakları üzerinde duramaz iken nasıl olup da Türk Dünyası ile ilgilenecekti. Bu izahat kısmen doğru olarak kabul edilebilir. Ancak Büyük Önder Atatürk’ün her türlü imkansızlığa rağmen, Türk Dünyasına olan ilgisi inkar edilemeyecek bir şekilde belgeli olduğundan, yapılacak her türlü izahat benim için yalandan ibarettir.
Balkanlarda yaşayan Türkler bu ilgisizlikten nasibini fazlasıyla almıştır. Sadece Batı Trakya Türkleri, Lozan Anlaşması ile azınlık olarak kabul edilmiş olduğundan T.C.’nin resmi dış politikasında yer almak zorunda(!!!) kalmıştır. Yer almak zorunda kalmıştır diyorum çünkü bu husus resmi belgelere intikal etmemiş olsaydı tahmin ederim Batı Trakya Türkleri’de görmezden gelinecekti.
Dış Türklerin, nedeni açıkça belli olmayan bir şekilde görmezden gelindiği bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Buna karşılık dünyanın içinde bulunduğu şartlar, görmezden ve anlamazlıktan gelmeye çalışsak bile Çin Seddinden Adriyatik Kıyılarına kadar büyük bir Türk Dünyası olduğunu hepimize gösterdi. Herhalde dünya üzerinde kendi varlığını ve bu varlığın oluşturduğu gücü göremeyen ve anlayamayan ikinci bir millet daha yoktur.
Geriye dönüp baktığımızda; Atatürk’ten sonra Türk Dünyası ile Türkiye Türklerinin arasının açılmaya ve birbirlerini ısrarla unutmalarının sağlanmaya çalışıldığını çok net olarak görüyoruz.
Olmadığı farz edilen bir Türk Dünyası ile elbette ilişki kurulamaz ve Dış Türklerin T.C.’nin dış politikasında yeri olamazdı.
Bu durum Makedonya ve Kosova’nın Türkler tarafından Türkiye’ye yapılan göçlerle boşaltılmasının altında yatan “Yücelciler” olayında net olarak kendini gösterir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü ziyaret eden Yücel Teşkilatı mensupları, Cumhurbaşkanından, Misak-ı Milli sınırları dışında Türk tanımadıkları ve başlarının çaresine bakmaları cevabını alınca,döndükleri Yugoslavya’da tutuklanırlar. Yargılanıp kurşuna dizilirler veya zindana atılırlar. Yargılamalar psikolojik harp yöntemi ile Türk mahallelerine naklen canlı olarak hoparlörlerle aktarılır. Bunun üzerine kendilerini yalnız ve çaresiz hisseden Türkler, başlayan göçlerle anavatan olarak gördükleri Türkiye’ye gelirler.
Aynı durumları; Musul-Kerkük’te, Kıbrıs’ta, Suriye’de, On iki Adalarda, Ahıska ve Kırım Türklerinin yaşamlarında görmek mümkündür. Halbuki bu insanlar Osmanlı-Türk Devletinin, Türkiye Cumhuriyetine birer emanetidir. Eğer Osmanlı – Türk Devletinin borçlarını ödemekle kendimizi yükümlü görüyorsak, insan bakiyemizle de ilgilenmeyi kendimizden asla alıkoyamayacağımız bir yükümlülük olarak görebilmeliydik. Fakat bunu yapamadığımızı üzülerek söyleyebiliriz.
Bu açıdan bakıldığında Soğuk Savaşın sona ermesinin Türk Dünyasının buluşması açısından büyük bir fırsat olduğunu kabul etmeliyiz. Milli Eğitimini 1949 yılından bu yana CIA mensubu Amerikalılara bırakan Türkiye Cumhuriyetini yöneten zihniyet, Türk milletinin içinden gelen özvarlığının zorlaması ile şimdilik kerhen de olsa Türk Dünyası ile ilgilenir rolü yapmaktadır. Buna rağmen Türk dış politikasında Türk Dünyasının esaslı bir unsur olarak ele alındığını ve mesafe kaydedildiğini söylemek çok zordur.
Türkiye Cumhuriyetinin dış politikasını yürütenler, cumhuriyet tarihi boyunca, Balkanların Türk ve akraba topluluklarından arındırılmasını ve Türk izlerinin silinmesini seyretmişlerdir. Çünkü izlenen politikalardan anlıyoruz ki, politikaları oluşturan ve uygulayanlar açısından bakıldığında, Balkanlarda ilgilenecek bir insan topluluğu ve T.C.’nin milli menfaatlerinin olmadığı görülmektedir. Eğer bunun aksi olsaydı, Türkiye Türklerin, Bulgaristan'dan 1930’lar sonrası ve 1951, 1970, 1989 tarihlerindeki göçlerini kabul etmez, uluslar arası platformda vereceği haklı mücadele ile Bulgaristan Türklerini kendi topraklarında tutmayı başarabilir ya da en azından bunu deneyebilirdi. Yine Batı Trakya Türklerinin arkasında durulabilseydi bu gün Yunanistan’da en az bir milyon Türk yaşıyor olurdu.
Makedonya ve Kosova’da Türk varlığını önce biz kabul edebilseydik ki; bu topraklar devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu ve büyüdüğü topraklardır, bu gün bu iki ülkenin ana unsurunu Türkler oluştururdu. Bosna ile ruh ve gönül bağımızı daha sıcak tutabilseydik, Balkanlardaki menfaatlerimizin temini bu günkünden daha farklı olabilirdi. Çünkü Osmanlı – Türk Devletinden fiziken 1875 yılında kopan Boşnaklar bu gün bile bizim ilgisizliğimize rağmen Türk milletinden ruhen kopmamışlardır. Yani başkaları kendisinden olmayanları mensubu haline getirmek için sosyolojik çalışmalara büyük paralar dökerken biz kendisini bizim bir parçamız olarak gören akraba topluluklarına ilgisiz kaldık.
Bulgar, Yunan, Makedon, Sırp politikaları ve onların arkasındaki katolik ve ortodoks kiliselerinin oyunlarını süzemeyen; büyük emperyalist ve sömürgeci ABD ile onun yakın arkadaşları İsrail ve İngiltere’nin planlarını anlayamayan ya da bildiği ve anladığı halde gereğini ihanet noktasında durarak yapmayan dış politika anlayışı, Balkanlar da Türk varlığının zayıflamasına neden olmuştur. Bu böyle devam edemez ve etmemelidir.
Balkan coğrafyasında yaşayan Türk ve akraba toplulukları,Türk Dünyasında yaşayan diğer topluluklar gibi, Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerini nasıl yürüteceklerini bilmez bir vaziyettedir. Bu topluluklar ile ortak bir dünyevi hedefimiz varmıdır? Bunların milliyetlerini ve dinlerini korumak için bir neden kalmış mıdır? Topraklarını muhafaza mı etsinler ya da Türkiye veya dünyanın her hangi bir noktasına göç mü etsinler? Vatandaşı oldukları ülkelerde haklarını arasınlar m? Ya da onların bulundukları ülkede siyasetin içinde olmalarını destekliyormuyuz? gibi soruların cevapları dış politikamızda net olarak ortaya konmamaktadır.
Daha dün sayılabilecek yakın bir tarihte, Türkiye kendisi ile çok yakın bir dostluk içinde olan Arnavutluk hükumetini bir banker faciasında yalnız bırakmıştır. Sonuçta hükumet düşmüş ve dönem itibarı ile Türkiye – Arnavutluk ilişkileri sıkıntılı bir süreç yaşamıştır. Nerede büyük devlet olmanın gereği?
Önümüzdeki günlerde, 16 Eylülde Yunanistan’da genel , 28 Ekimde Bulgaristan’da yerel seçimler yapılacaktır. Bu seçimler, o ülkelerde yaşayan Türkler açısından çok önemlidir. Bunun için doğru bilgilerle kamuoyunun ve Balkanlarda yaşayan Türklerin aydınlatılması gereklidir. Ancak bu böyle olmamaktadır.
Geçtiğimiz günlerde Hürriyet gazetesinde Yalçın Bayer’in köşesinde Bulgaristan’da kurulu bulunan HÖH ve onun başkanı Ahmet Doğan hakkında ilginç bir yazı yayınlandı. Arkasından hiçbir açıklama gelmedi. Eminim ki, Bulgaristan vatandaşı Türklerin ve ülkemizde yaşayan milyonlarca Balkan Türkünün kafası çok karıştı. Eleştirdiğimiz dış politikanın mimarları ve Ahmet Doğan zihinlerdeki kargaşayı aydınlatacak açıklamaları gecikmeden yapmalıdır. Ya da en azından Türkiye ve Balkanlarda yaşayan, Türk ve akraba toplulukları arasında köprü olmaya çalışan STK’lar manipülasyon ve dezenformasyonlara karşı aydınlatılmalıdır. Yoksa herkes şaşkın ördek gibidir. Eğer böyle bir bilgilendirme olmazsa, ne idüğü belirsiz politika anlayışının sürmeye devam ettiğini, dış politikayı oluşturan unsurların Dış Türkleri yani Türk Dünyasını umursamazlığının en üst sınıra dayandığını iddia etmeye devam edeceğiz. Gelin bizi haksız çıkartın.
Bu yazıyı 9 yıl önce yazmışım. Değişen ne var derseniz, pek bir şey yok derim. Irak ve Suriye Türklerini kaderlerine terk ettik, Bulgaristan’a giden dışişleri bakanımız Türklerin asimilasyonuna dair törenlere bile katılamadı, Kosova’da olaylar var, Yunanistan adalarımıza ve Rusya’da Kırım’a el koydu, Kıbrıs gitmek üzere, Süleyman Şah Türbesinin olduğu yerdeki toprağımızı kaçarak terk ettik ve kaybedilmiş vatan toprağı Balkanlar 2016 Ocak ayı itibarı ile Ortadoğu gibi patlamaya hazır bir barut fıçısı...
Ne yazık ki, görüyorsunuz yüzyıllardır bir ricad içindeyiz, Allah sonumuzu hayreylesin!
Özcan PEHLİVANOĞLU
[email protected]
https://twitter.com/O_PEHLIVANOGLU