Dün idi yıldönümü, hayat bugün izin verdi can arkadaşım, özden yakın kardeşim Ömer Faruk’u anmak için..
(Geçmişi olanları geçmişe götürecek bir pazar öyküsü oldu..)
*
Taştın yine deli gönül, sular gibi çağlar mısın.. Aktın yine kanlı yaşım, yollarımı bağlar mısın..
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut, Saçın çözüp benim içün yaşın yaşın ağlar mısın..
Esridi Yunus'un canı, yoldayım illerim hani, Yunus düşte gördü seni sayrı mısın sağlar mısın..
Bas bariton sesi ile bir de “Ah bir ataş ver, cuğaramı yakayım.. Sen salın gel, ben boyuna bakayım..”
türkülerini söylerdi “Hergele meydanı”nda, Ömer Faruk YILMAZ..
Hergele Meydanı, hem Edebiyat Fakültesi’nin hem Fen Fakültesinin bağlı olduğu 8-10 metre yükseklikte tavanlı geniş bir kapalı alandır. Önceden Fen Fakültesi girişi kapalı imiş bizim dönemde açık idi, ta ki Ömer Faruk’un o ‘Kızkaçıran’ gibi ardarda patlayan kırılmış ufalanmış aspirin benzeri parçacıkları patlattığı güne kadar..
Okulun en güzel kızı onun arkadaşı idi, benim arkadaşım olsa asla ondan vaz geçmezdim, öyle bir güzeldi.. Ömer Faruk’u bu ayrılığa ikna etmekte zorlanınca kıza gittik Apo ile (hani başka bir hikâyede de bahsi geçen Eskişehirli, Kara Gömlekli Apo, Abdullah Martal).. Dedik “Biz bağlanamayız, bağlanmamalıyız, namlu ucunda bir hayat yaşıyoruz, öldüğümüzde bağlanmışlarımıza yazık, daha önemlisi, bu tür bağlanmalar bizim cesur hamleler yapmamıza mani olur, bizi korkak yapar, ideallerimize zarar verir..” Kız İngiltere’ye gitmiş Faruk söyledi, çok da zenginmiş ailesi, kızlarını bu tehditler içeren ortamdan uzaklaştırmak için orada bir okula göndermişler.. Büyük vebal bizimki, şimdi çok utandığım bir şey ama o yıllarda öyleydik.. Ben mesela, bir gün ölüm haberimi aldıklarında çok üzülmesinler, baştan kabullenip kanıksasınlar diye mektup yazmazdım aileme (Salakça).. Arada bir yerde memleketten biri ile yolda izde karşılaşırsak döndüğünde “Ali’yi gördüm filan yerde, yaşıyordu, sağlığı iyi idi” kabilinden sözler söylermişler anneme babama, haberleşme o kadar, duman ile işaretleşmekten bile zayıf yani..
Bizim kuşak, Remzi YILMAZ, Sedat HACIOĞLU, Mustafa Onur ve Artvinli olmasalar da yurdun demirbaşı olmuş birkaç isim bir sabah Yurt yönetimine el koymuştuk, “büyüdük artık, sıra bizde” demiştik.. Hasan abi (Hasan ALBAY) zaten “universal” dedikleri türden, her yerin herkesin “Hasan abi”si idi, bir gün Nevşehir Yurdu’nda kalırdı, bir başka gün Kayseri, vs. O büyük işlerin, planların hep içinde, başında olurdu, arada gelir Artvin Yurdu’nda kalırdı, işte biz de o boşluğu doldurduk bizim kuşak, ben iki dönem başkan idim, bir dönem Sedat rahmetli müdür idi bir dönem Remzi.. (iki muhteşem Çoruh Dergisi çıkardık o dönem, dillere destan, ileride mutlaka onlardan da söz ederim)
İşte o sürecin sonunda, sanırım Hasan abi’nin talimatı ile uyurken yastığımın altından silahımı çaldılar, bizden biri.. Silahım dediğim, yurdun demirbaşlarından.. Ortak emek ile üretilen paralarla(!) alınmış, hayali envantere kayıtlı demirbaşlardan yani, Alman Valter, “Gestapo” dedikleri, çıplak namlu, çok güçlü ve çok gösterişli hayranlık üreten bir silahtır.. Sonra onun üzerinden baskı kurmalar başladı bana.. İşte o hadisenin hemen ertesi gününde abisinden borç aldığı parayla bir “sarı kabza 14’lü” satın aldı bana Ömer Faruk..
Ömer Faruk böyle can dost idi.. İçten pazarlıksız sevgisi, muhabbeti, delikanlı duruşu, cesareti, onu arkadaş meclislerinde öne çıkarırdı.
Edebiyat’ta da böyle bir ekibi vardı ben gelmeden önce. Ben Ümit Meriç’in(Sosyoloji) talebesi olduğumda o çoktan nam sahibi idi Edebiyat’ta..
Ümit hoca (bilmeyenler için söyleyeyim, kendisi Cemil Meriç’in kızıdır), ilk derslerinden birinde yaşanmış bir hadiseden ötürü, üzerime çok düştü, beni topluma kazandırmaya çok çalıştı ama nafile idi, bu kumaş dikiş tutmazdı.. Ben biliyordum ama bu kadar güzel bir hanımdan gelen bu kadar nazik bir ilgiye karşılık vermeden olmazdı.
“Bu konunun Ömer Faruk ile ne ilgisi var şimdi?” demeyesiniz diye hikayesini anlatayım.
Ben anfinin en arka taraflarında, bilerek herkesten uzak, kendini ayrıştıran bir yerde, herkesi de gören, arkasında kimse olmayan bir yerde otruyor, kehribar tesbihimi şıp şıp damlatıyordum bir biri üstüne.. Havam batsın.. Ümit hoca bir gün Heredot tarihi diye bir kitabı almamızı, iki hafta sonra ondan sınav yapacağını söyledi, zaten her vesileyle girip dolanmayı alışkanlık edindiğimiz ünlü “Sahaflar Çarşısı”ndaki bir dükkânda kitabın fiyatını öğrenip önden ödemiş bulundum, sahaf elime kütük gibi kocaman bir kitabı tutuşturunca pişman oldum. Bu o güne kadar okumuş olduğum ders kitaplarının tamamından daha hacimli idi tek başına.. Sonunda süs çiçeği gibi bir kenarda kalacağı baştan belli idi yani.. İki hafta sonra sınav günü, yine en arkadayım, birkaç basamak aşağıda önlü arkalı iki sırada yan yana oturmuş, birbirleri ile zaman zaman yükselen kısık seslerle bir gurup hararetle tartışıyor, tartışmanın tansiyonu ile birlikte seslerin de yükseldiği zamanlarda önde sınav kağıtların ı doldurmaya çalışanlardan başlar arkaya dönüyor, sitemli bakışlar atılıyor ama beyhude.. gurup hiç oralı değil.. Ben kendini adalete adamış, bunun için Ülkücü olmuş biriydim, bu hale çok dayanamadım, sıraların yanındaki koridordan Klint Estvud gibi (O da kim demeyin, Clint Eastwood sinema oyuncusu, kovboy filmlerinin yenilmez adamı) çalımlı adımlarla indim aşağıya, sıralarına girdim, açılır kapanır tahta koltukların bazıları açık vaziyette idi, filimlerde görülecek artistik ayak dokunuşları ile onları kapatırken bütün başlar bana dönüktü ve bütün gözler beni izliyordu. Yanlarına yaklaştığım gurup da, biraz korku ile galiba.. Yanlarına vardığımda o heybetli yaklaşımdan umulmayacak kısık bir ses tonu ve kibar bir dil ile sessiz olmalarını rica ettim ettim guruptan, mutlulukla karışan heyecanın titrek ses tonu ile birkaç ağızdan birden “tamam kardeş, tamam abi” mealinde dönüşler oldu, sakince geri dönüp yerime yönelirken arkamdan bir mırıldanma duydum ne olduğunu anlamadığım ama belli ki biri durumu hazmedememişti, “efendim” diyerek geri döndüğüm anda biri olayı yatıştıracak yaklaşımla “tamam abi, bir şey yok” dedi, sakin olmamı çağıran el kol hareketleri yüz ifadeleri, işlem tamamdı, yerime döndüm, artık daha çalımlı oturmaya başlamıştım yerimde..
Zil çaldı sınıf boşalırken kapı önünde benim görmediğim bir yerde gürültü patırtı kaçışmalar, tekrar sınıfa koşarak dönenler filan.. Sonradan öğrendim, benim o susturduğum guruptan biri sonra MLSPB lideri olarak ünlenen Kerim Mete Sonatılgan imiş, önceden planlanmış saldırının kurbanı o imiş.. Bu saldırıyı da benim henüz senenin başında olduğumuz o günlerde tanımadığım Ömer Faruk organize etmiş..
Daha sınıftan çıkmadan dışarıya nasıl haber uçurduysam (o zaman öyle cep telefonu filan yok tabi) sınıftayken biletini kestiğim adamı ders zili çaldığında kapı önünde paket ettiler.. Meğer ben de Ülkücü imişim, susturduklarım da devrimci.. Falan filan.. Eylemi Faruk yaptı havası bana kaldı yani..
Ümit Meriç’in bana ilgisi böyle başladı, kolumdan çekiştirip rica minnet bene en ön sıraya taşımalar, derse dahil edip insanlığa kazandırma çabaları, ders içinde arada yanıma gelip fısıltı ile motive edici cümleler kurmaya kadar vardı. Sonra, ilerleyen günlerde ilerleyen dostlukla, fakültedeki odasına yazımın bulunduğu sayfası katlanmış Çoruh dergisi götürerek uğraşının neden boşuna olduğunu anlatmaya çalıştım. Hatta kendisinin de fazla ümitli umutlu olmaması gerektiğini, Cemil Meriç’in kızı olduğu için sistemin onu dişlileri arasında ezeceğini filan söyledim. Nitekim daha geriden gelen Baykan Sezer ondan önce Doçent oldu.
Ahmet Şahinkaya’nın (ona da rahmet olsun) da en sevdiği arkadaşım idi Ömer Faruk, Benito’yu da Apo’yu da çok severdi ama en çok Ömer Faruk’u.. Arada buluşur meclis olurduk Şahinkaya ile, o başka bir alemdendi ama güzel muhabbet ortamları yaşardık dostluk arkadaşlık üzerine..
Nur içinde yat Ömer Faruk, can dostum..
Ali Baykan