Evet, Lozan öncesi ve sonrası gündemi bilmiyorduk.  

Gözümüzü kör ettikleri, tarihimizi de bilmediğimiz için, Anadolu’da yaşayan Hristiyanlara ve tarihi eserlere hep Yunan veya “gavur” dedik.

Lozan’daki temel sorun, bugün de bir çok ilde sığınmacılar ile yaşayıp da farkında olmadığımız gibi başından itibaren demografik yapının bozulması ile ilgiliydi.

Örnek, Kurtuluş savaşında Aydın bölgesinin komutanı olan Mehmet Şefik Bey’in yazdığı, “İstiklal Harbinde 57. Tümen ve Aydın Milli Cidali” adlı yapıtta, Ege’de demografik yapısıyla ilgili olarak, Ayvalık bölgesinde 1800’lü yılların son çeyreğine kadar bu bölgede Rumların olmadığını belirtmesi gibidir.

Mehmet Şefik Bey bölgedeki yaşlı tanıkların anlatımlarından yola çıkılarak hazırlanan eserinde, “gerçekten de bilinenin aksine Rumlar Batı Anadolu’ya ancak 1838 Balta Limanı Antlaşması sonrası gelen İngilizlerin kurdukları büyük çiftliklerde çalıştırılmak için getirilmiş ve buralarda” yaşamışlardır. Öncesi Hrisitiyan Türklerdir, fizyonomi ve adat bakımından da komşuları Müslüman Türklerin benzeri olduğunu belirtirken(1) bu Rumların, Orta Anadolu Rumları gibi esasen Türk olan Hristiyan Türk Ortodoks olduklarını yazar.

Şefik Bey’e göre bu konuda; “Osmanlı İmparatorluğu’nun son yarım asırdaki Tanzimatçılığı, Anadolu Türk Hıristiyanlarının Yunanlılığa döndürülmesi işinde Türk tarihi huzurunda suçludur.”(2) demiştir.

Anadolu’da 19. yüzyıl sonlarına kadar bir kelime Rumca bilmeden gelen Türk Ortodokslara karşı Fener Rum Kilisesi öncülüğünde Yunanlılaştırma gayretleri vardır. Hatta Yunanistan’dan Rumca öğretmek için Antalya’ya gelen Nikolaidis, Antalya’da yaşayanların, “bir kelime Rumca bilmediğini” de itiraf eder. Yapılan itirafı bilmediğimiz için,  Antalya Kaleiçi’nde Rumların yaşadığını ve nerdeyse bölgedeki tüm tarihi eserlerin Yunanlılara ait olduğunu bile çekinmeden söyleriz.  

İşte bu söylemler, Anadolu’da yaşayan Türk Ortodoks Hristiyanlar için sonun başlangıcı olarak kabul edilen 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelen itilaf devletlerinin arasında Yunan zırhlısının (Averof) yer alması ile başladı.

İstanbul Hükümeti bu şartlar altında Mondros Mütareke Antlaşmasını 30 Kasım 1918’de imzaladı. Bu vesile ile İstanbul’da bulunan Yunan zırhlısı, patrikhaneyi Anadolu’nun işgali için umutlandırdı. Patrikhane, Trakya, Marmara, Adalar ve Ege kıyılarının Yunan topraklarına dahil edilmesi için kendine bağlı tüm kilise ve metropolitleri harekete geçirdi. Bu amaca yönelik olarak da İngilizlerin Kardos Cemiyetinden de ilham alarak, 1918 Aralık ayından itibaren sırası ile Rum Matbuat Cemiyeti, Rum izcilik Teşkilatı, Rum Müdafaa-i Milliye cemiyeti, Trakya Rum Cemiyeti, Rum Muhacirin Cemiyeti, Rum Tüccar Cemiyeti, Rum Küçük Asya Cemiyeti, Rum Edebiyat Cemiyeti ve Rum Pontus Cemiyeti ile birlikte “Yeni Hayat” adında bir kulüp kurdular...

Bu kurulan dernekler, silahlı çetelere, kiliseler ise silah deposuna dönüştürüldü. Amaç; Yunan himayesine girmek üzere, Anadolu’da yaşayan ve nüfusu bir milyondan fazla olan Türk Hristiyan Ortodoks ahaliyi isyana teşvik etmekti. Patrikhaneye bağlı papazlar İzmir ve çevresinde Yunan askerlerini büyük bir sevinç ve dualar ile karşıladılar. İşgal güçlerinin bayrakları, işbirlikçilerin teşviki ile daha ziyade süs olarak evlerin önlerine ve balkonlara asıldı. Buna karşın, işgal karşısında henüz “ulus” olma bilincinden yoksun Anadolu halkı ve onu oluşturan bütün unsurlar çaresizdir.

Türk Ortodoks Hristiyanları ancak Papa Eftim ile tanırız. Aslen Türk olan Papa Eftim Yunan-Patrikhane ve batı işbirliği ile geliştirilen, “ayrılıkçı” politikalara karşı çıkar ve Türk Ortodokslarını 1918’den itibaren yayınladığı bildiriler ile uyarır.

Papa Eftim’in yayınladığı ilk bildiri de anlatmak istedikleri, yağmacı işgalci zihniyetin oyun sahasına dönüşen günümüz Türkiye’sine de hitap eder.

Eftim’in bildirisi hala alınması gereken tarihi dersler ile doludur.

Papa Eftim yayınladığı bildiri de,

“Avrupa müdahalesi ve bilhassa son zamanlarda Yunan taarruzları neticesinde Anadolu’nun Müslümanları gibi biz Hristiyanları da müteessir ve mutazarrır oluyorlar… Anadolu’da hiçbir Hristiyan yoktur ki; şu umumi felaketin kendilerine ait kısmın yegane müsebbibinin İstanbul Patrikhanesi olduğuna getirmemiş olsun. Türk Hükümetinin geçmişinde kiliselere bir müdahalesi olmamış iken İstanbul Patrikhanesi mübarek İsa Mesih’imizin emri hilafına ruhaniyetine ve mezhebimize şerre alet ederek, Türk olduğumuz halde Elenizm-Yunan propagandası ile iğfal edilerek güya aslen Yunanlı imiş ve aslına rücu edermiş gibi ekalliyet hukuku iddiasıyla mezhebi millete karıştırarak, bir taraftan bizi Yunan amaline alıştırmak...” sureti ile “Avrupa’ya karşı hükümetimizden müşteki sıfat ve vaziyetiyle göstermeye kalkıştılar…

Mesela İstanbul Patrikhanesi’nin bize Türklüğümüzü unutturmak için aldığı bunca tedbirler hiç kar etti mi? İşte Türk tabiiyetimiz ve lisanımız olduğu bakidir. Halis Türk ve Türk evlatları olduğumuz adet, töre, kültür ve ahvalimizle ispat etmekteyiz”(3) demiştir.

Fakat, 15 Mayıs 1919 tarihine gelindiğinde İzmir limanındaki gemiler de, valilik balkonunda ABD bayrağı vardır. İşgal devam eder.

Tarih yazılırken, dönemin fotoğraflarında dahi, Yunan bayrağı görünür, ABD bayrağı görünmez.

Kurtuluş Savaşı başlar,

9 Eylül 1922 tarihine gelindiğinde İzmir limanından ayrılanların bindiği teknelerde yine görünmeyen ABD bayrağı vardır. Ama savaş bitmemiştir.

İşgal güçleri, 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması ile meydanda kaybettikleri savaşı bu sefer Kasım ayında Lozan’da masaya taşımaya karar verir.

Yine ABD Hükümeti masada olmamamsına rağmen Lozan’a en hazırlıklı ülkedir.

Hazırlıklı olduğunu da Mudanya Ateşkesinden 9 gün sonra, 30 Ekim 1922 tarihinde Lozan konferansına katılan itilaf devletlerinden İngiltere ve Yunanistan’a yolladığı muhtıranın 5. maddesinde; “Problemin en olumlu çözümü, Küçük Asya ile Yunanistan’daki Hıristiyan ve Müslüman azınlıkların mübadelesi olabilecektir.(4) isteği ile anlaşılacaktır.

Önemli olan bu mübadele isteğinin Kamuran GÜRÜN’ün de belirttiği gibi,  “Türkiye’den gelmemiş olduğunu ortaya koymaktı.”(4)

Zaten ismet İNÖNÜ konunun 1 Aralık 2022 tarihinde Lord Curzon tarafından gündeme getirilmesini de şaşkınlıkla karşılar. Fakat Lord Curzon için konu acildir ve öncelikli olarak görüşülmesini ister. Ardından Yunan Heyetinde yer alan başbakan, “Venizelos’da mübadeleyi kabul ettiğini derhal” açıklar. (4) Yani ABD desteği ile Helenleştirilemeyen Türk Hristiyanlar bu sefer Yunanistan’da Helenleşecekti.

Neden ABD, Karamanlı Türk Ortodoks Hristiyanların mübadelesini istiyordu?  İşte bu sorunun yanıtı bugün bütün çıplaklığı ile ancak görünüyor.

  1. Türkiye’de bugün Fener Rum Kilisesi diye bir şey olmayacaktı!
  2. Yunanistan Anayasasına kendi ülkesinde varlığını devam ettiren Fener Rum Kilisesine öykünecekti.
  3. ABD’nin, “Ekümenik Patrikhane” gibi siyasi bir argümana ihtiyaç duyamayacaktı.
  4. Tehcir (1914-1915) daha iyi anlayacaktık. Suriye tuzağına bile düşmeyecektik.   
  5. Türkiye Cumhuriyeti, Türklük temelinde Laik anlayışı ile yükselen çok daha uygar bir ülke olacak ve Araplaşmayacaktı.
  6. FETÖ dahi olmayacaktı. Zaten olamazdı!
  7. Anadolu’nun yüzyıllardır içinde barındırdığı toplumsal hoş görüsü, zanaatkarı, sanatçısı gibi zenginlikleri yok olmayacaktı.

Bugün çok daha iyi görünen Lozan’ın ilk kararı bir çok konu başlığı sıralanabilir.       

LOZAN’IN İLK KARARI, LOZAN İMZALANMADAN TÜRKLERİN MÜBADALESİ OLUR!

Lozan’da 22 Kasım 1922 günü başlayan görüşmelerde 30 Ocak 1923 günü verilen iki karardan birisinde ABD’nin istediği olan, Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokole ilişkin Türk Ortodoks Hristiyanlar ile Yunanistan’da yaşayan Yunan uyruklu Müslümanların mübadele-değiş tokuş kararı vardır.

Karar; henüz 22 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan görüşmelerinin devam ettiği 1 Mayıs 1923 tarihinde uygulanmaya konur.

Devlet aklı değil, BOP aklı! Devlet aklı değil, BOP aklı!

ATATÜRK, Yunanistan’ın Rumca öğretmediği Hristiyan Türklere öncülük yapan Papa Eftim için, “Milli mücadele yıllarında bize bir ordu kadar yardım etti” sözü ile daha anlamlı kılınan Türk Ortodokslar zorunlu olarak Yunanistan’a yollanır.

Türk Hristiyanlar, “ahlak, adalet ve lisanımıza uygun olmayan topraklarda yaşayamayız, yaşamamıza imkan yoktur” feryatlarını kimseye duyuramazlar.

Gözlemci statüsünde olan ABD’nin planladığı zorunlu mübadele ile 1 Mayıs 1923-1927 tarihleri arasında ANADOLU’da yüzlerce yıldır yaşayan, Kurtuluş Savaşı’na destek veren bir milyonu aşkın Türk Ortodoks Hristiyan, yalnızca inançları yüzünden Yunanistan’a gider. Daha doğrusu, Türk olarak Kurtuluş Savaşına verdikleri destekten dolayı bozulan ABD planlarından dolayı cezalandırılır. Türkiye zoronlu olarak Laik Cumhuriyet Devletinin temeline din koyarken, Türklük bilincini de mübadele eder. Geçen zamanda hadiseye yalnızca İslami pencereden bakmak zorunda bırakıldığımızdan dolayı İslam için de İngiltere’nin var ettiği tarikatları hem de Fener Rum Kilisesi’ni varlığı bu hadisenin üstünü örter.   

Aslında ATATÜRK’ün en büyük hatalarımdan biri dediği mübadele sonucunda ne milli devlet, ne de laik bir devlet olamadık. AB-D’li sapkınlar planını çoktan yapmışlardı. Binlerce yıldır birlikte yaşayan Türkleri inançları için birbirinden ayırmıştık.

Bugüne bakarak sorulması gereken soru,

-Türkü Hristiyan olduğu için kendi topraklarından tasfiye-mübadele eden bir ülke, laiklik ve ulus temelinde yükselen bir devlet kurabilir mi?

-Tabii ki Hayır.

TUTUKLULUĞUMUN DEVAMINI İSTİYORUM!

Onun içinde,  2007 yılında İstanbul’da Lozan Barış Anlaşmasının yıl dönümünde yaptığım konuşma, 2008 yılında yine CIA’nın Türkiye’deki maşaları tarafından tertiplene Ergenekon duruşmasında karşıma çıktı. Şuanda ikisi cezaevinde, biri kaçak olarak Almanya’da yaşayan savcılara göre yaptığım konuşma, “Ergenekon Terör Örgütü’nün eylemi” olarak iddianameye konuldu.

Ve o iddianame hiçbir düzeltme yapılmadan hakimler tarafından kabul edildi.

Bu şartlar altında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayan Ergenekon davasının 23 Ekim 2008 tarihli 2. Celsesinde ilk kez başkan Köksal ŞENGÜN’den söz istedim.

Mahkeme başkanı, “Sanık Muammer KARABULUT söz istedi verildi:” ;

- Sanık (Muammer KARABULUT), “Lozan Barış anlaşmasında yapmış olduğum konuşma, eğer Ergenekon terör örgütünün bir eylemi ise tutukluluğumun devamını istiyorum”, dedi.

Lozan barış antlaşması ile ilgili yaptığım konuşmanın iddianameye “tesadüfen değil, iddianameye 1. cilt sayfa 220’de 2. cilt sayfa 274 ve 999’da özellikle girmiş” olduğunu belirtim.

Lozan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulması için bir zafer olurken,  nüfus mühendisliğinin en acı uygulandığı bir anlaşmayı da yaşatmıştır. Eğer Lozan’ı veya Lozan sonrası var edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yaşatabilseydik, kendi adıma ifade etmem gerekirse Lozan Anlaşması’nın yıl dönümünde yaptığım konuşmayı hiçbir Cumhuriyet Savcısı hazırladığı iddianameyi koyamaz ve hiçbir hakim de o iddianameyi kabul etmezdi.

Lozan’a not düşmek gerekirse;

“ABD’nin Temsilciler Meclisinin, 69’uncu Kongre Tutanakları şahittir ki; 18 Ocak 1927 tarihindeki İkinci Oturumda temsilcilerden, ‘UPSOW’ adlı bir fanatik, ağzındaki vahşet salyalarını sağa sola saçarak, şöyle haykırıyordu: ‘Anlaşma (kastedilen Lozan’dır) Timurlenk kadar hunhar, Müthiş İvan kadar sefih ve kafatasları piramidi üstüne oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatörün (kast ettiği Atatürk), zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır.

Bu canavar (kast ettiği yine Atatürk’tür), savaştan bıkmış bir dünyaya, bütün uygar uluslara, onursuzluk getiren bir diplomatik anlaşma (kast ettiği Lozan’dır) kabul ettirmiştir.

Buna, her yerde, bir ‘Türk Zaferi’ dediler.

Ve Eski Dünya parlamentolarını bunu kabule ikna ettikten sonra, büyük sermaye gurupları, soğukkanlı ticaret erbabı ve giderek güya din temsilcileri bile Türkiye’yi uygar uluslar masasında uluslararası bir konuk durumuna yücelterek Amerika’yı yüksek ülkülerinden uzaklaştırmada birleştiler.” (5)

Her şey rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin var olan temelleri ile bir 100 yıl geçti. Şimdi belki daha çok tarih okumaya, bir olmaya ve bu devleti yaşatamaya her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var.  

Aşağıdaki paylaşım ise yazımın tam özetidir.

Ve Lozan’a karşı çıkanların önlerine kattıkları ile kim olduklarını göstermektedir.

KAYNAK;

(1) M. Şefik, I.Cilt, s.8.

(2) M. Şefik, I.Cilt, s.9.

(3) KARABULUT Muammer (2007) Kin Kapısı, Togan Yayıncılık  

(4) GÜRÜN Kamuran (1986)Savaşan Dünya ve TürkiyeBilgi Yayınları, İSTANBUL. s. 407

Yazan Muammer KARABULUT

(5) GİRESUNLU Rasim, www.ufukotesi.com, 2006 http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20060239

Editör: Kerim Öztürk