“Mağusa’da bir tek bina yıkılmadı, bir tek yol kapanmadı, hepimiz öldük…”

Coğrafyada öğreniriz, en uzun gün ve gece, en kısa ay… yalan! En uzun günün başlama anı altı Şubat sabaha karşı 3:17. En uzun ay şubat! Asırlardır sürüyor bu seferki. Tek bina yıkılmamasına, tek yol kapanmamasına rağmen hepimiz öldük. O günden bu güne kapkara asırlar geçirdik. Bu yazı hem olayı içeriden bir gözle anlatmayı denemek hem de yaşanacak hukukî süreçle ilgili bir iki kelam etmek için yazıldı. Hukukun içinde geçirdiğim şu ömürde, böyle bir yazı yazacağım ölsem aklıma gelmeyeceği gibi, şu yazıyı yazmaktansa ölmeyi yeğlerdim kuşkunuz olmasın!

Neredeyse herkesin birbirini tanıdığı küçük ve huzurlu bir Akdeniz kasabasında tam yirmibeş şampiyon, altın evladımız ve öğretmenleri, antrenörleri, onlara voleybolu sevdiren abileri ve anneleriyle beraber bir dizi aymazlığın, hukuksuzluğun, caniliğin sonucunda yıkılan, yüzleri kızarmadan Adıyaman’daki eviniz diye pazarladıkları Grand İsias Otel’in birkaç saniyede tuzla buz olması sonucu enkaz altında öldüler. Rahatsız oldunuz değil mi? Kirpiği yere düşse doktora danıştığımız, gülünce güller açan yüzleri, parlak zekâları ve yıldız gibi çocuklar olmalarıyla övündüğümüz bu çocukların öldüğünü söyleyince birden, böğrünüze bıçak saplanmış hissettiniz. Kaybettik, kadere mahkûm oldular, olacağın önüne geçilmez, talihsizlik gibi şeyler söyleyerek yumuşatacak bir şey yok. Yumuşatılabilecek bir durum da yok doğrusu! Melek ve şehit gibi ‘ölüm güzellemeli’ ifadeleri de sevmiyorum ben, hele çocuklarımız için. ‘Şampiyon Melekler Takımı’ diyemiyorum çocuklarımız için, görev şehidi diyemiyorum. Çünkü aslında olan şey basit: şampiyonluğun ödülü olarak uluslararası bir organizasyonda voleybol oynayacaklar, yarışacaklardı, ne yazık ki hem Türk tarafının hem Rum tarafının yıllardır süregelen yanlış politikaları yüzünden ülkeye uygulanan spor ambargolarının bir sonucu olarak tek seçenekleri Türkiye’de yarışmaktı.

Adıyaman’da yapılan turnuvaya katıldılar, kentin en iyi oteli olarak sunulan içi pandispanya gibi yumuşak dışı bir yaş pasta gibi süslü, şık, konforlu ve ‘iyi’ Grand Isias Otel seçildi. Güle oynaya gittikleri o cehennemde enkazda kaldıklarında, bizler burada, hayatımızın şoku içinde, anne babaları da orada enkazın başında evlatlara ulaşabilmek çırpınmaya başladık. Aslında elimizden ne gelirse yaptık da, o çaresizliğe karşı yaptıklarımızın hepsi bir çırpınmadan ibaret kaldı. Cehennemin en kallavisine yavaş çekim bir korku filmi gibi düştük, şu an içindeyiz. Bütün bunlar birkaç gün içinde oldu. Sonunda da bütün kafilenin tabutları geldi…acıdan bitkin ana babaların da bindiği uçakla. Sonrasını anlatabilecek kadar bilmiyorum hiçbir dili. Hisler bize ruhumuzda başka yerler de olduğunu öğretiyor bugünlerde diyeyim ben, siz de anlamaya çalışın…

Bu çocuklar deniz kenarında sevimli bir Akdeniz kasabası olmanın tüm özelliklerini taşıyan dünyanın en güzel yeri Mağusa’da on küsür yıl önce doğan, zamanında Türkiye’nin çok iyi eğitim veren Anadolu liseleri kalitesinde eğitim veren tek devlet koleji olan Türk Maarif Koleji’nin hayli zorlu sınavlarına girmiş, başarıyla geçmiş, Gazimağusa Türk Maarif Koleji öğrencisi çocuklar. Başlarına bunlar gelmese kentin geleceğinin en parlak yıldızları olacak, aralarından doktor, mühendis, avukat, gazeteci, öğretmen, sanatçı, sporcu olacaklar çocuklar. Bunlar şampiyon. Gece, gündüz demeden, gönüllü antrenörleri voleybol ustası ve matematikçi Osman Çetintaş’la haftasonu bile antrenman yapan, hep voleybol düşünen, şampiyon olunca sevinçlerinden ağlayan yerlerinde zıplayan ve hayatta en değerli şeylerden birini yaşayan çocuklar: verdiğiniz emeğin karşılığını almak. O kadar emek verdiler o kadar çok çalıştılar ki, bu hak edilmiş başarıdan şımarsalardı, “Tamam yahu, çocuk bunlar, şımarır tabi” derdik. Şımarmadılar. Hedefleri vardı çünkü, plan belli. Adıyaman, sonra Manisa…sonuna kadar voleybol. Yazda plaj voleybolu, Eylül- Ekim sezon… yeni şampiyonluklar.

Dertleri hep voleybol. Çantası, çorabı, ayakkabısı, topu, salonu, plajı… öyledir gerçi Mağusa. Voleybolu sevmeyen azdır. Hal böyle olunca, çocukları yönlendirmek, sağlıklı olsun, spor yapsın, sosyal olsun diye uğraşmak yaygın bizde. Ama bundan ibaret sanmayın yıldızlarımızı! Fahri abileri örneğin, son sınıfların örnek öğrencisi, yıldızların abisi, Othello Halk Dansları topluluğunun çok sevilen dansçısı Fahri Arkar. Selin, defalarca KKTC satranç şampiyonu olan güler yüzlü çocuğumuz. Bahçesindeki kedilerini birbir besleyen, ilgilenen, merhametli Selin Karakaya. Selin deyince bahsetmeden edemeyeceğim, aynı gün aynı hastanede ama yan odada doğan can dostu Serin. Birlikte gülümseyerek yaşadıkları çocuklukları, yine birlikte, en sevdikleri şeyi yaparken sona erdi demeye dilim varmıyor ama öyle.

Çünkü birileri Serin’in gelecekte voleybolcu ve voleybol antrenörü olarak geçirmek istediği hayatını, sarı sarı buklelerini ve gamzeli gülüşünü, ailesinin ve sevenlerinin hayallerini de çaldı onlardan. Ben hala Serin gelecek, bana oradaki maçları anlatacak diye bekliyorum. Ömrüm olduğunca da bekleyeceğim seni çocuk… Daha dün Serin’in üç cumartesi önce Mağusa’nın meşhur ağıdı Arap Ali Ağıdı’nı kemanla çaldığı videoyu paylaştım. Akşama Mert Topukçuoğlu’nun annesi, Mertosunun piyano çaldığı bir video paylaştı. Her biri birbirinden değerli evlatlarımızın bedenlerini enkaz altından kurtardık belki, uyuyabilecekleri bir toprakları var Mağusa’da…ama kendi yüreğimizi, kendi geleceğimizi bıraktık orada. Hiçbir gücün bunu oradan çıkaramayacağını bilmek öyle kötü ki…bildiğim hiçbir dilde tarif edemem hislerimi.

Deprem olduğu sabah, sarsıntıdan uyanıp yine yataklarımıza döndük. Kıbrıs’ta denetim var, kural var, kurallara uymak var çünkü ve bu yüzden hiçbir yer zarar görmedi. Fakat o günün sabahında, biz bir hayalet şehre uyandık. Hiçbir binanın milim yerinden oynamadığı, yıkılmadığı, göçmediği, yolların kapanmadığı, toprağın kaymadığı bir hayalet. Bilir misiniz, Mağusa adının iki rivayeti söylenir. Biri kumlara gömülü anlamında Ammochostos, biri Latince’den gelen Famous Ghost Famagusta. Tabi durum artık oldukça garip, hava çok ağır: hem gergin bir bekleyiş hem koyu bir hüzün. Etrafta ölümcül bir sessizlik. Binalar sağlam, yollar açık ama hepimiz öldük. Famous mu bilemiyorum ama ghost olduğu kesin nicedir…

İnanılmaz güçlü bir iletişim içinde, tanımayanlar birbirini tanıdı evlatlarımızı beklediğimiz günlerde, arkadaşlar dost, dostlar sırdaş oldu. Dostlar, meslek birliklerimiz Kıbrıs Türk Barolar Birliği ve Kıbrıs Türk Mimar Mühendis Odaları Birliği, KKTC Sivil Savunma Teşkilatı, Kıbrıs Türk Psikologlar Derneği, DAÜ – KUT, gönüllü kurtarma ekipleri, Yakındoğu Hastanesi sağlık ekipleri, gerek bizzat oraya giden gerekse buradan arama kurtarma çalışmalarını koordine eden Kıbrıslı iş insanları, Lefkoşa Türk Belediyesi, Mağusa Belediyesi, Girne Belediyesi…Türkiye’deki meslektaşlarımız, dostlarımız, hocalarımız gösterdikleri dostluğu ve duygudaşlığı kelimelere dökmek zor.

Günün sonunda geldik o korkunç noktaya; evlatlarımızın naaşına ulaşmak ve onları getirip Mağusa’da defnedebilmek için dua etmeye. Bu kadar korkunç bir anı en büyük nefretleri kazanmış insan bile yaşamasın dilerim. Yakınının yaşadığına dair içinde bir teselli kırıntısı bulunca, evladının kabri aklına gelip kahrolacaksın, adeta yedi cihanın bir olup da dünyayı başımıza çöktürdüğü bu felakette hiçbir teselli bulamadığın için yorularak, çoğunlukla yorgunluktan bayılarak uyurken bulacaksın kendini… Sık sık uyanacaksın. Şüphesiz bu süreçte, o korkunç kum yığınından çocukların kurtulduğunda dair verilen ayrıntılı ve rakamlı yanlış haberler(!) de çok etkili oldu.

Resmi kaynaklardan geldiği iddia edilince iyice tuz biber oldu yaraya! Önce çocuklarımızın şu kadarı şu hastanede bu hastanede diye yalan yanlış haberler geldi, sonra özellikle belli hastanelerden yalan yanlış ihbarlar (buradan teşekkür etmek isterim, sevgili dostumuz Dr. Süreyya Vudalı sayesinde bu hastanelerin güncel listelerine sürekli ulaştık ve DAÜ Hukuk’un sevgili araştırma görevlileri kafilemizin isimlerini defaten listeler içinde aradılar, emekleri büyük, minnettarım) duyguları alt üst etti. Sonra sığınak odası yalanı! Bu yalana inanmak güzel olurdu bence de, katılıyorum.

Ancak otelin sahiplerinin, müelliflerinin ve müteahhidinin bu süslü pastanın yapılış sürecinde yedikleri nanelerin bir bir gün yüzüne çıktığı düşünüldüğünde, “Ne sığınağı, ne koruması yahu!” dedim doğrusu. Sonuçta beklenen oldu. Belli bir andan sonra hep dua ettiğimiz gibi çocuklarımızın naaşına, hem de tek parça (ne büyük sevinç!), ulaştık. Aldık getirdik ülkemize…havaalanı oldu maraz alanı…tek yürek olan herkes karşıladı şampiyonlarımızı, yıldızlarımızı, evlatlarımızı…

Sonra defnettik çocuklarımızı. Siz hiç altı pırıl pırıl evladın cenazesine gittiniz mi aynı anda? Cenaze töreninde babalarının, amcalarının, kuzenlerinin, dayılarının omuzlarında ne biz ne oradaki diğer insanlar inanırken tabuttakilerin onlar olduğuna bulutlara bakarak izlediniz mi olup biteni? Bunun bir rüya olması için dua etmekten diliniz damağınız karıştı mı birbirine?  1299’dan beri aynı yerde Mağusa’yı izleyen cümbez ağlamıştır Lala Mustafa Paşa Cami önünde. Cümbez bile ağlarken biz, bir kent, beraber büyüttüğümüz bu evlatların tabutlarını sırtlayıp kabristana götürdük, defnettik. Çiçekler içinde ve takım arkadaşlarıyla olmalarına rağmen onları orada bırakıp gitmeyi hiç istemedik. Şimdi bir hafta oluyor…yanlarında sandalyelerimiz var. Gittiğimiz zaman tütsü yakıp (biz buhur deriz, gelenektir Kıbrıs’ta) çocuklarımızla sohbet ediyoruz. Akıl sağlığımız yerinde. Aksi olsaydı şüphe duymalıydınız sanırım.

Bu yazının gayesi, konuyu mesleki olarak da değerlendirmekti. Meselenin hukuki boyutunu, gözlerini deniz kenarında bu Akdeniz kasabasında açan, mutlu büyüyen, ailelerinin en büyük mutluluğu, bir kentin parlak geleceği olan bu çocukları, bir bozkırın kışında hunharca öldürenlere ne olacağını da anlatmaktı. Duygu seline kapılsam da bir yerden başlayayım bunu açıklamaya da o halde, devamı bir başka yazıya kalsın. Öncelikle hem yitirdiğimiz canların yakını olarak hem de adalet duygusu her şeyden önde gelen bir hukukçu olarak ne benim, ne meslektaşlarımın ne de ailelerin bu olayla ilgili hukukî süreçlerde aktif yer almakla ilgili en küçük bir tereddüdümüz olmadı hiç. Çekilen büyük acıya rağmen değerli başkanım KT Barolar Birliği başkanı Av. Hasan Esendağlı mümkün olan en kısa sürede insiyatif alarak hem enkazdan örnekler alınmasına öncülük etti hem de Türkiye Barolar Birliği başkanım Av. R. Erinç Sağkan’la irtibat kurarak hukukî süreçte ailelere her konuda en iyi şekilde hukukî danışmanlık yapacak meslektaşlarımızın süreçte görev almasını temin ettiler. KTBB ve TBB uzun olacağını öngördüğümüz bu süreçte omuz omuza çalışmaya devam edeceğiz.

TBB’nin bir meslek örgütü olarak İsias katliamıyla ilgili davalara dahil olması, başkanımız Av. R. Erinç Sağkan’ın da bizzat avukat olarak süreçte yer alacak olması çok değerli.  Bugün itibarıyla, öncelikli ve acil olan ceza davaları olduğundan ailelerin ceza davaları bakımından avukatlığını yapacak meslektaşlar belirlendi ve çalışmalara başlandı. En kısa zamanda diğer hukukî sahalarda, idare hukuku ve tazminat davaları bakımından çalışacak ekipler de belirlenerek faaliyete geçecekler. Biz, Türkiye’de yargının, yargı bağımsızlığının, hukuk düzeninin ne durumda olduğuna dair (ne yazık ki) fikir sahibiyiz. Ancak bu bilgiler, hukuk sürecinin sabır taşırıcı denli uzun sürmesi ihtimalinin yüksekliği veya İsias Otel katliamı özelinde dedikodu mahiyetinde ortaya konulan hiçbir afaki laf kalabalığı, bizim evlatlarımızın haklarını aramamıza engel teşkil etmeyeceği gibi, bu yolda yılmamızı bekleyenler varsa, onların da yol yakınken bu beklentilerinden vazgeçmelerini hararetle tavsiye ederim. Dün bana sevgili Doruk ve sevgili Alp’in değerli annesi, teşekkür etti bu süreç için. Basitti cevabım, “Ne teşekkürü! Biz bir aileyiz artık!” Aileler yılmaz böyle şeylerden. Evlatlarının hakları için varını yoğunu koyar ortaya. Hiçbir zaman onlar varmışçasına gözümüzün içi gülmeyecek artık belki, ama vazgeçmeyeceğiz.

Bu saatten sonra, voleybol, deniz, rakı, halk dansları, uluslararası kültür sanat festivali, güzelim tarihi mekanlar, Othello, Salamis ve şarabın gülümseyen kenti Mağusa bu büyük yasla ne yapar, neyi nasıl sürdürür bilmiyorum. Bakınca, üzgün, gözleri dolu dolu, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen, birbirine sarıldıkça daha da ağlayan ama her şeye rağmen evlatlarının hakkı söz konusu olunca, gözlerinin içi çakmak çakmak parlayan bir kent dolusu hayalet görüyorum… Sık sık kabristanda evlatlarıyla dertleşen.

Not: Türkiye saatiyle 20:00, KKTC saatiyle 19:00’da her gece İsias katliamıyla ilgili olup, önceden anketle belirlenmiş bir hashtag ile Twitter’da gündemde tutuyoruz meselemizi. Hem bizim çocuklarımızın haklarını savunmak için hem de Türkiye’de doğal afetlerde başka çocukların da hayatlarını kaybetmemesi için desteklerinizi bekliyoruz.

Nurcan GÜNDÜZ - Doğu Akdeniz Üniversitesi Hukuk Bölümü Öğretim Üyesi Assist. Prof. Dr.

Editör: Kerim Öztürk