Emekli olmaya bir türlü karar veremedi. Aslında istiyordu da aması vardı. Buradan sonrasını pek düşünmek istemiyordu. Okulu, öğrencileri, kendi evi olmuştu sanki.
Sınıfta, bahçede, yolda, gördükleri her yerde o çocukların, ‘’ Örtmenim, örtmenim....’’ diye babalarına sarılmaları gibi, ellerine, ayaklarına sarılıp, başlarını dayamaları var ya... Dünyanın en tatlı duygusudur o. Anlatmak için yaşamak gerek...
Bunları nasıl unutacaktı? Hiç düşünmemişti, aklına da getirmemişti sanki. Bir gün olup da evlatları kadar sevdiği öğrencilerinden nasıl ayrılacaktı. Artık yaşı gelmişti, her şeyi tadında bırakmalıydı. 5’ci sınıfı mezun ediyordu. Tekrar geriye dönüp birinci sınıflardan başlayamazdı artık.
O minikleri var ya, o minikler.... Çok farklı severlerdi öğretmenlerini. Birinci sınıftan almıştı. Bu yüzden beş yıl içinde evlatları gibiydi hepsi...Belki bazılarını biraz daha fazla severdi ama ayıramazdı onları birbirinden...
Tatlı, sert bir yapısı vardı. Bakışlarıyla konuşurdu. Üzgün olduğu zaman, hasta olduğu zaman, sıkıntılı olduğunda, gözleriyle ima ederdi... Bir el hareketi bile 40-50 yaramazı bir anda susturur, bir anda da coştururdu... O öğretmenlik ruhunu bir sanatkar gibi, nakış, nakış işlemişti kendine.
İdealistti...Yetiştirdikleri de bir sanatkar gibi olmalıydı. Meslek hayatında görev aşkından çok daha öte , güçlü, kopmaz bir sevgi bağlarıyla ruhlarına dokunmayı hedef alırdı...
O kadar içten bir bağ kurar ki, öğretmenleri her şeydi çocuklarının gözlerinde. Çekinmeden evde olan bitenleri, yaşananları, üzüntülerini, sevinçlerini anlatırlardı. Çünkü öğretmendi o...
Her şeyi bilendi, bilmesi lazımdı, tıpkı babaları gibi... Zaten hepsinin ikinci babaları gibi sayılırdı. İçinden çıkılmayan sorunların bile çoğu zaman; evde, okulda, yolda çözüm kaynağı olmuştu. Çünkü o; birinci, ikinci, üçüncü hatta, beşinci sınıfa kadar her şeyi bilirdi, bilendi, onların gözlerinde.
Dile kolay tam 38 yıl, 6 ay, 6 gün...Ömür ne tez geçiyordu, daha dün gibi hatırladı ilk yıllarını. Bilgili, kültürlü, mütevazi, güven duyulan ve babacan bir tavır sahibiydi. Artık öğretmenler odasında kendi yaşıtları da bir, bir emekli olmuşlardı. Mesai arkadaşlarının bir çoğunun yaşı, yetiştirdiği öğrencilerinin yaşlarından bile küçüktü.
Öğretmenler odasında, okulda ayrı bir yeri ve saygınlığı vardı. Bir gün öğretmenler kurul toplantısında, okul müdürü genç öğretmenlere nasihat ederken:
‘’... Fazla bir nasihata gerek yok, okulumuzda hepimizin büyüğü, bu mesleğin kutbu, duayeni Turan Baba’mız var. Ona bakın, örnek alın yeter, demesinden sonra artık adı da TURAN BABA’YA çıktı.
Hatta, okula son gelen müfettişlerden birisi, yıllarını mesleğe adamış Baba’ya saygı nişanesi olarak, bırakın teftiş etmeyi; sınıfları teftişe yanında babayı da götürmüştü. İşte bu sözün bittiği yer. Tüm okulda ve çevresinde gıpta ve saygı ile ile konuşulan bir konu olmuştu... Artık o bir babaydı, mesleğin babası olduğu da böylece tescillendi...
- ‘’...Turan baba; bu konu hakkı hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce uygun mu, şöyle yapsak, böyle yapsak olur mu?...’’ Kısaca okul camiasında onun borusu öterdi, fakat o öttürmeyi düşünen biri değildi...
Artık okulların kapanma zamanı geldiğinden, istemeye, istemeye emeklilik günlerini düşünmeye başladı ... Eskisi kadar gücünün olmadığının da farkındaydı.
Ekonomik durumu iyiydi. Kat karşılığı müteahhit kendisine büyükçe ve dupleks bir daire vermişti. Babadan kalma, kardeşleriyle ortak variyatlar da vardı. Emekli olunca, şööylee yazın köye gider, fındıklıkların yerini çapalar, koskocaman da bahçe var nasılsa... Eline çapayı, tırmığı alıp bir güzelce bahçeyi temizler, çıplak ayaklarını toprağa basar, hatta kendi elleriyle domates, biber, patlıcan ne varsa artık yetiştirmeyi bile düşünmeye başlamıştı...
Düşündüklerini köyde yapamasa bile bahçe içinde bir yazlığı vardı nasıl olsa. Kimse de karışamazdı işine. Düşündüklerini orada yapardı. Evet, evet yapabilirdi, kim engel olacak? Düşündükçe, isteği arttı, şevki yerine geldi.
Okulun son haftasında arkadaşlarına emeklilik hayallerini, yapacağı işler ballandıra, ballandıra anlattı. Onuruna verilen yemekte de bunlardan bahsetti. Artık kapansa da şu okul, yazlığa gidince işlere sıfırdan başlasam diyordu...
***
Duygu yüklü bir veda oldu ayrılmak... Son gün, sık, sık lavaboya gitti, yüzünü sildi, yıkadı, ağlamamalıydı. Öğrencilerinin karşısında yüceleşmiş, erişilmez bir devdi artık !..
Zümrüt tepelerinin ardında, ulaşılmaya çalışılan bir ‘’ANKA KUŞU’’ gibiydi o... Erişilemez, tutulamaz, yaklaşıldığı anda yeniden dalgalanan, hayallere kanat açan bir saygınlıkta mesleğine veda etmek kolay değildi...
Öğrencileri ve velileri son gün onu uğurlarken, ellerini öperken o minik yavrularının gözlerinin içine bakmaya, mecali ve cesareti bulamazdı kendinde. Arkadaşına rica etti yanında durması ve güya konuşuyormuş gibi yaparak , duygularını bastırmak için yardım istedi. Tüm yavrularını, hepsini tek, tek öptü, gözlerine bakamadı, içinde sakladı yaşlarını...
Dürüst olduğu için hemen son gün emeklilik dilekçesini verdi.
-'' ...Aman Turan Baba, ne yapıyorsun, yaz tatiline giriyoruz, okullar açılınca verirsin dilekçeni, kafadan daha 4 ay maaş alırsın...’’ , bunlara itibar etmedi.
-Yok arkadaşlar devletimin bunca yıllar bana verdiği maaşlar yeter... Diyerek aynı gün verdi dilekçesini.
İşte bu yüzden büyüktü ve babaydı Turan Öğretmen...
****
Buraya kadar her şey düşündüğü gibi oldu. Evde de eşi ve çocukları bir kutlama yemeği verdi.
Ohhhh beee!.. Dünya varmış yahu... Yaşamak ve sevilmek ne güzel şey canımm... Evlatlarını bıraktı ama belki de bu zamana kadar çok da ilgilenemediği torunları vardı. Dedeleri onlar için ne isterse yapacaktı. Çok hayali vardı, çokk...
İkinci gün erkenden kalktı, tıpkı okula gider gibi. Eşi ve evdeki oğlu henüz uyuyorlardı. Sağa, sola dolaştı, kapıları açtı kapattı, mutfağa girip, çıktı. Uyanan yok...
-Hanımm... diye uzunca seslendi.
Eşi telaşla aniden kalkıp;
- Ne var, ne oluyor sabahın bu saatinde !. ..
-Yahu sabah oldu, kahvaltı yapmadık, niye yatıp duruyorsunuz bu saatte?! Oğlu da uyanmıştı.
-Ne var baba, niye bağırıp duruyorsun, sabah, sabah. Zaten geç yattık...
Kendi hazırladı kahvaltısını. Üst kata çıktı, indi, biraz da takırtı yaptı. Sonra dışarı çıktı, gazetesini aldı, yarım saat dolaştı. Allah, Allah, zaman da geçmiyor yahu dedi. Eve geldi televizyonu açtı. Sabah, sabah seyredilecek program da yok ki. Birden aklına geldi. Kitaplığı çok eskimişti, hem yerini değiştirmeli, hem de kitaplarını yeniden bir sıraya koymak geldi aklına.
Bu parlak fikirle hemen yukarı çıktı, çok eskimiş kitaplık yenisini almak lazım dedi. Kitaplarını büyük özenle ile boşalttı. O da ne? Kitaplık duvara monte edilmiş. Şimdi eline matkap alsa olmaz, en iyisi tornavidayla vidaları sökerek sessizce halletmeyi düşündü. Aradı, aradı tornavidayı bulamadı.
-Hanımmm, bizim tornavidalar nerde yahu, bulamıyorum?!.. Eşi kızarak, sert bir şekilde falanca yerde, görmedin mi, tövbe, tövbe, sabahın bu saatinde, kargalar bile!...
Hemen çıktı yukarıya, büyük bir maharetle vidaları birer, birer sökerken, kitaplığın en üst kapağı kafasına düşmez mi ?!..
‘’...Off anaamm, vay kafaamm....’’ Gürültüye herkes uyandı. Eli kafasında, odanın ortasında dönüp duruyor. Eşi Ayten hanım telaşla çıktı yanına.
-Ne oldu yahu, ne bu gürültü...
Eşinin kafasına baktı, bayağı şişmiş. Turan bey, bir şey yokmuş gibi davranmaya çalıştı.
Hay aksi şeytan dedi. ‘’ Artık bunu değiştirmenin zamanı geldi ‘’ diyerek, dolabı tek, tek sökmeye başladı. Kapakların kimi yere düştü, kimisi elinde kaldı, evin içinde bir curcunadır başladı. Ayten hanımın bütün sinirleri tepesinde!..
Daha ilk günlerde fazla bir şey dememek için yutkundu, canının sıkıldığını belli etti...Turan bey, sonraki gün biraz daha geç kalktı ama, o yatmaya alışkın biri değildi. Yukarı çıktı, terasın balkonundan İstanbul’un güzelliğini seyretti, uzun, uzun gerdi kollarını sağa, sola çevirdi, yukarı kaldırdı, derin, derin nefes çekti, dışarı verdi...
Ayten hanım da içinden ,’’ inşallah emekliliğe alışması kolay olur...’’ diye mırıldandı.
Turan bey ise; emeklilik güzel şey yahu dedi kendi, kendine... Fakat zaman da bi türlü geçmiyor ki!.
Birden dikkat kesildi. O banyonun musluğu neden böyle şıp, şıp damlayıp duruyordu?.. Hemen geçti faaliyete. Kerpeten, karga burun, falan hepsini yerli yerinde buldu. Sevindi, ellerini birbirine şaplatarak ovuşturdu, başladı işe...Artık evin, kırık, dökük, tamirat işleri kendisinden sorulurdu.
Başladı musluğun kafasını sökmeye. O da ne? Suyu ana giriş borusunda ki vanadan kapatmayı unuttuğu için, musluğu daha sökmeden su alabildiğine şakır, şakır etrafa yayılmaya başlamaz mı?! Suyun sesinden uyanan hanımı bu sefer açtı ağzını, yumdu gözünü...
-Hanımm, bırak bağırmayı yav!.. Koş merdivenin başından ana vanadan musluğu kapat, ben tutuyorum burayı.
Eşi koştu, kapatamadı. Bu sefer uyanan oğlu koştu, vanadan kapattı, kapattı ama her yer, halılar su içinde...Eşi bağırdıkça o sustu.
- Şimdi ben kaldırır, toparlarım halıları, sen hiç merak etme, kusura bakma dedi, ama nafile.
Bu sefer eşi daha fazla yükseltti sesini. ‘’...Böyle giderse senden çekeceğimiz var...’’
Büyük bir suç işlemiş gibi sessizce odasına çekildi Turan bey. Öğle yemeği için de çıkmadı odasından. Çok zoruna gitmişti. Kırk yıllık eşinden daha emekli olalı kırk gün bile olmadan, kırk yılda duymadıklarını duydu...Halbuki o, evin eksiklerini, gediklerini tamamlamak ve yardımcı olmak istiyordu. Hepsi bu...
Akşam olunca, erken yattı. Çok meraklı olduğu haberleri bile izlemedi. Evin havası değişmişti sanki birden. Turan Bey’in içine kapanması eşini de üzmüştü. Bunca yıllar rahat yaşadıysa hep onun sayesinde...
Hatta bir dediği, çoğu zaman iki olmamıştı. Ne vardı sanki bu adamcağıza biraz sabretse ne olurdu?!.. Kırk yıllık alışkanlıklardan kurtulmak ve yeni bir hayata başlamak kolay mıydı? Kendisini suçladı durdu.
Ertesi gün kocası yine odasından çıkmadı. Eşinin de canı sıkıldığımdan, yandaki komşusuna ayak üstü gidip, biraz dağıtmak, hava almak istedi. Yarım saat geçmeden eve döndüğünde eşi yoktu. Her tarafa, her odaya baktı, yok, yok !.. Daha da canı sıkıldı. Cep telefonları yeni çıkmıştı o zamanlar, herkeste yoktu ama kocası herkesten önce almıştı ona da, kendine de.
Hemen sarıldı telefona aradı ama telefonu kapalıydı. Tam beş defa aradı o gün. Esasen Turan Hoca da arayacağını biliyordu, mahsus kapattı telefonu. Birazcık gönlünün alınmasına ve naz yapmasına ihtiyacı vardı tabi ki. Gece yarısına kadar da gitmeyecekti eve.
Kadın dayanamadı, oğlunu aradı. ‘’...Git babanı neredeyse bul getir eve dedi...Oğlu da üzülmüştü. Geçen gün önce annesi , sonra kendisi sert davranmıştı babasına... Nihayet babasını bir çay ocağında buldu. Hemen hatırını sordu, elini öptü...
-Hadi baba, ne yapıyorsun burda? Akşam oldu eve gideceğiz dedi. Oğluna şöyle bir baktı, baktı ve;
-Oğlum ben o evde kalabalıkmışım galiba, baksana annenin dediğine, ayak altında dolaşıyor muşum, her işe karışıyor muşum! Sen git ben sonra gelirim... Dediğini yaptı ve eve çok geç saatte döndü.
Çay ocağında çok eski bir arkadaşına rastladı.
-Hayrola hocam, sen bu saatte, çay ocağında, ne o? Emeklilik yaramadı galiba diye takıldı. İyi olmuştu arkadaşını gördüğü. Biraz sağdan, soldan konuştular. Ali Bey anlamıştı bir sıkıntısı olduğunu. O da öğretmendi daha önceden emekli olmuş, emekli maaşı geçinmeye yetmeyince bir sitenin bekçiliğini yapıyormuş.
-Yahu hiç sorma Ali bey. Evde bir yabancı gibi dolaşıyorum. Hiçbir istediğimi yapamıyorum. Kırk yıldır doğru, dürüst birbirimizi kırmadık, ama şimdi yılların acısını çıkartıyoruz galiba...’’ diyerek acı, acı gülümsedi.
O anlattı, Ali Bey dinledi. Biraz teselli etti, ‘’ İlk zamanlarda olur öyle şeyler, alışırsınız, sen yengeyi, o seni anlar, sen anlaşılamayacak bir adam mısın yahu!..’’ diyerek bayağı moral verdi. Üç aşağı, beş yukarı ben de yaşadım o günleri. Bak sen yine rahatsın. Ben daha dinlenemeden, bir sitenin gece bekçiliğini yapmak zorunda kaldım...’’
Oğlu eve döndüğünde olanları annesine anlatınca, başı döndü kadının birden, düşecek gibi oldu. Bir vicdan azabı , göğsünün tam ortasına çöktü, pişmandı yaptıklarından. Daha bir ay bile olmadan çok üzmüştü. Bırak dedi, kendi kendine. Adam ne yaparsa yapsın. Kırk yıllık evliliğinde hep onun borusu ötmüştü evde, kocası karışmazdı hiçbir işine.
Geç saatte eve dönen eşini çok iyi karşıladı. Kızı da, damadıyla birlikte gelmişti, torun da yanlarında. Her şey unutulmuştu. Önce damadına, sonra kızına uzun, uzun sarıldı. Tatlı torunu hiç inmedi kucağından. Anne tembihlediği için, olanlar hiç konuşulmadı. Hoca zaten unutmaya hazırdı, büyütmezdi böyle şeyleri...
Ayten Hanım da zeki bir kadındı. Hem kendisini çözdü, hem de eşini çözmeye başladı. Empati yaptı, kendisini onun yerine koydu. O aslında evde birazcık dağınıklığı değil, evde ki hükümranlığın ya da, idarenin bölüşülmesinden, eşinin arada bir ona, buna karışmasından rahatsız olmuştu. Eskisi gibi televizyonda her kanalı da izleyemiyordu... Biraz da kocasının dedikleri olsa ne olurdu? Adam belki ev hayatını özlemişti! Katı davranmasını ve biraz empati yapamamasını, kendi kendisini eleştirdi durdu.
Uzun, uzun mırıldandı durdu kendi kendine.
‘’....Yok ayda iki defa Çarşamba günleri kadınlarla toplantımız olacakmış da, yok ayak altında dolaşırmış da, yok terlikleri çok ses çıkarıyormuş da, mutfağa girip çıkıyormuş da?! Peki nereye gitsin bu adam? Dedikodu arkadaşları daha mı önemliydi kocasından!...
Yeni bir şey değil ki. Kocası diğer zamanlarda da televizyonda ki cıvık, cıvık, evlenme ,boşanma, birbirlerini aldatma, kimin eli kimin cebinde, kim kimle yatmış, kalkmış, her türlü ahlaksızlığın bir meziyetmiş gibi, sırf reyting uğruna özel hayatların deşifre edildiği, özel hayatın mahremiyetlerine saldıran bu tür programlara eskiden beri illet olurdu.
Kızması da boşuna değildi:
''Yok kadın kocasını aldatmış, yok sonradan kavat kocası eve dönerse kabul edecekmiş pezevenk boynuzlu!.. Tövbe, tövbe... diyerek rastladığı zamanda hemen kapatırdı. Kimse onun yanında bu tür, toplumun kültürünü dinamitleyen saçma sapan şeyleri seyredemezdi. Hatta bir günde bu yüzden Turan Bey, eşine çok kızmıştı...
-''Yahu Allah nimet vermiş, bu toplumda aç yatıp, aç kalkan milyonlarca insan varken, neymiş o? Çıkmış iki zibidi, üç, dört kokona, yemeklere puan vereceklermiş de, kimisi de beğenmeyecekmiş de. Tövbe, tövbe... Nankörler!.. Sizin o beğenmediklerinizi, rüyalarında bile göremeyen milyonlar var bu ülkede, milyonlar, aç yatanlar var...
Yok canım onlarda da kabahat yok. Kabahatin büyüğü RTÜK denilen kurumda. Ah ben Rtük başkanı olacağım da, o manken maymunlarına yapacağımı bilmem mi... Allah çarpar adamı be! Yemek yapma yarışması programıymış... Bu halk böyle şeylerle oyalanırken, memleketin çivisi bile yerinden çıktı, insanlar, daha doğrusu beyinsizler uyutuluyor böyle!... ‘’demişti.
Ayten Hanım o güne kadar hiç eşini böyle sert ve kararlı görmemişti... Allah çarpar adamı be!.. yemek yapma yarışması programıymış!.. Bütün gece sabaha kadar uyuyamadı. Adam yerden, göğe kadar haklıydı. Çünkü kendisi de o tür programların müptelası olmuştu...
Uzun, uzun empati yaptı, kendisini eleştirdi. Şimdi rahatı bozulduğu için, o programları seyredemediği için belki de o yüzden kızıyordu eşine...Aklına hemen yazlıklarına gitmek geldi, zaten eşi de çok istiyordu...
Eşinden de erken kalktı.
-‘’ Turan’ım kalk, kalk, hemen gidiyoruz bugün...’’ Ne oldu, niye oldu demeye fırsat vermeden hazırlandılar. Kin tutmazdı kocası, hemencecik unuttu her şeyi...
- Peki gidelim de, yazlıkta yapmak istediklerimi söylediğimde, bana güldün, hatta kızdın. Bu yaştan sonra, ‘’...ahın gitti, vahın kaldı, işin mi yok senin!...’’ diye alay etmiştin.
- Tamam canım benim, ne yaparsan yap, karışmayacağım, hadi hazırlan artık...
Yeniden barışmak çok güzel geldi ikisine de. Belki de ikinci baharın , yeni başlangıcında, yeni yeni tanıyorlardı kendilerini!..
***
Gerçekten eşi verdiği sözü tuttu, büyük oranda karışmıyordu işine. Turan bey, güzel bir tavuk kümesi yapmayı, cins, cins tavuklarını düşünürdü. İşte o fırsat geldi. Bahçenin bir tarafına kümes, diğer tarafına yazlık, domates, biber, patlıcanları kendi elleriyle dikecekti.
Ama önce bahçeyi, otlardan, taşlardan temizleyip çapalaması gerekirdi. Toprak çok sertti, her taraf ot içinde. Bu işleri kocasının yapamayacağını biliyordu Ayten Hanım. Fakat, coşmuştu Turan Bey. Daha ilk gün eline çapasını, tırmığını alıp bahçeye attı kendini.
Eşeledi sağı, solu, orayı, burayı kazdı belki iki saatten fazla güneşin altında çalıştı durdu...Bir halsizlik, yorgunluk çöktü üstüne, yapmak, kazmak istiyordu ama gücü, takati kesildiğini anladı, eşine de hissettirmek istemiyordu.
Ayten Hanımın yavaş çalış, yorma kendini , hamsın daha demesine aldırış etmeden çalıştı. Fakat her tarafı yorgunluktan kaskatı kesildiğinden, eşinin; ‘’... bugün, bu kadarlık yeter artık...’’ demesini nimet bildi. Balkonda ki sedirin üstünde çayı elinde yorgunluktan sızdı, kaldı!...
Akşam, çay içmeye gideceklerdi ama tutar bir yeri kalmamıştı. Ayağa kalkınca yorgunluktan, ‘’anam, anam, aahh, ay, ay, off, vay anaamm, belim, ayaklarım, kollarım, her yerim tutulmuş...’’ demekten kendini alamadı.
Ertesi günü öğlene kadar yerinden kalkamadı. Sanki üzerinde koca dünya vardı. Daha sonra ki gün hafiften bir canlanma oldu gibi. Yanda ki komşular hoş geldin ziyaretine gelince iyice keyfi yerine geldi. Başladı onlara hayallerini anlatmaya.
- Bak Rıdvan hocam şu köşeye tavuk kümesini hemen yapıyorum, anladın mı? İçinde cins, cins tavuklar... Ah bahçe biraz geniş olsaydı hemen havuzu da yapacaktım, ama...
-Hay maşallah Turan bey, nasıl da gözünüz alıyor bu yaşta, valla ben artık, Hızır’ın tesbihini bile çekmem. Gelirse önüme yerim, gelmezse döner yatarım, benden bu kudar?
Rıdvan bey’in ilk eşi rahmetli olduğundan bu ikinci eşi kendisinden en az 10 yaş daha küçük. Kocasının böyle, dünyadan el etek çekmiş, kendisini salar gibi konuşmalarını hiç mi, hiç sevmiyordu. Canı sıkıldığı belli...
-Nerde kalmıştık dedi Turan Bey. Haa hatırladım. Kümesimde ki cins, cins tavukları konuşuyorduk. Bir Denizli horozu almayı düşünüyorum, sabahları uzun, uzun ötsün diyorum...Nedense Rıdvan Bey’in eşi de, kendisi de gülmeye başladılar...
-Ne var canım kötü mü olur, horoz öter durur. Taze, taze günlük yumurtalardan beraber yeriz komşum benim...
Rıdvan beyin eşi Melek Hanım, içinde kötülük olmasa da , bazen lafların nereye gideceğini düşünmeden, çok dobra, açık konuşmasını seven biri. Şakayı da sever. Turan Beye de çok saygılı davranır ama, arada şakasını da yapar...
-İla ki Turan Bey hocam, horozlar ötsün, dursun demenize güldük...
-Ne var ki canım bunda gülecek!.. Kötü bir şey mi, horozların ötmesi!
-Diyorum ki Rıdvancığım, kümesin bir tarafına bembeyaz Ligorin cinsi, diğer tarafına yerli kırma cinsi çil tavuklardan, paçalı olanlardan, aldım mı.
Bir Denizli, bir de Hint horozu anladın mı? Hatta ben paçalı güvercinleri de çok severim ama onları bir daha ki yaza inşallah... Sohbet uzadı gitti...
***
Ertesi günü Turan Hoca, bir elinde çapa diğerinde tırmık, yan tarafında kürek iki gün sonra yeniden başladı çalışmaya... Kümesin yerini ayarladı. Kutunun içerisinde tüm takım, taklavat her çeşit alet hazır.
Biraz dinlenmek için kalktı, sağı, solu gezdi, teftiş etti. Her şey tamam. Gezinirken önüne bakmadan tırmığın yukarı kalkık ucuna basar, basmaz; of anamm diye can havliyle bağırıp olduğu yere düştü.
Tırmığın sapı, kafasına çok fena vurmasıyla, bayılması bir olmuştu sanki. Yazlık yer, hastane de bayağı uzakta, hemen alel, acele komşuları yetişip sağlık ocağına yetiştirdiler.
Ancak kanamasını durdurabildiler, çok kan kaybetmişti. Oradan hastaneye acile yetiştirdiklerinde hala kendinde değildi. Alnının sağ tarafına sekiz, on dikiş atılmıştı.
Ertesi gün kendine geldiğinde nerede olduğunu, güç, bela hatırlayabildi. Üç gün müşahade altında hastanede kaldıktan sonra taburcu olabildi...
Çocukları ziyarete geldiklerinde, bahçe işlerini, toprak işlerini yasakladılar, eşi de evde t amirat, takırtı, tukurtu işerini yasakladı...
Arzu ettiklerini gerçekleştiremedi. O öyle yan gelip, yatmasını seven biri değildi. Oysa ne hayalleri vardı... Hatta bahçeye küçük bir havuz yapıp, içinde birkaç ördek, yan tarafta güzel bir çardak, semaverde çay zaten hazır. Bir elinde de kitaplar, radyoda hafiften bir müzik, Türk Sanat müziği de olursa tuzu, biberi. Tavla ve satranç zaten var.
O yaz bir şey yapamadan geçti, Bol, bol kitap okudu, arkadaşlarıyla tavla partileri eşliğinde uzun, siyaset de konuşuldu. Hatta bir çok kez, siyasileri eleştirip, hükümetleri yıkıp, yıkıp kurdular...
Ama artık yaz mevsiminden el, ayak çekildi. Belki beş, on gün sonra İstanbul’a döndüklerinde ne yapacağını, uzun, uzun düşündü. Bütün gün evde boş, boş oturamazdı. Zaten çok sık olmasa da eşiyle arada tartışmalar eksik olmuyordu.
Bu düşünceler içindeyken bir gün telefonum uzun, uzun çaldı.
-Avukatım nasılsın, unuttun abini, ne arama var, ne sorma, gözlerinden öperim nasılsın?
- Vay, vay abim benim, sen nasılsın? Özlettin kendini, nerelerdesin?..
Bayağı konuştuk. Yukarıda yazılanları anlattı. O güldü, ben güldüm...
-Bak avukatım ne diyeceğim sana, sakın gülme haa!..
Aman bana masa başında bir iş ayarla, gözünü seveyim. Para , mara istemiyorum. Günde dört, beş saat oyalanayım yeter...
Ha diyorum ki, yav senin yanında bana göre yapılacak bir iş var mı acaba. Yardım ederdim sana... Para, mara istemem, çay, kahvelerde benden!...
Av. Faruk Ülker - 25. Aralık. 2024 / Ümraniye