Futboldan satranca, münazaralardan basit video oyunlarına kadar her yerde bize ''karşıdakinden bir şey(ler) alarak'' zafere ulaşmak öğretildi. 

Mesela bir forvetin gol sevinci, bir kalecinin kahroluşuydu. 

Mesela bir tartışmadan galip çıkan kişinin tatmin hali, ezilen kişi için nefretin habercisiydi. 

Mesela, şah, ve mat derken gözlerimizde oluşan ışıltı, yenilen kişinin çaresizliğini yansıtan bir ayna idi.

Biri gülerken, biri ağlardı.

Bir toplum ancak böyle ilerleyebilirdi değil mi? 

Biz yarışırdık, ve bu yarışma toplumu ileri iten kuvveti oluştururdu, değil mi? 

Evet, üstüne çıkıp, daha yukarılara ulaşalım diye altımıza bir tabure verdiler. 

Bu tabureyi, ayaklar, ve üzerine basıp yükseldiğimiz bölüm diye ikiye ayırırsak: 

Mücadele ruhu idi üstüne bastığımız. 

O ruhu da ayakta tutsun diye, 
kıskançlık, nefret, ve aşağılık kompleksiyle doldurulduk- bunlar da ayaklarıydı taburenin. 

Biz birlikte yürümedik, bunun yerine birbirimizin üstüne basıp çiğneyerek hareket ettik-ya da, ettirildik.

Bu birbirinden daha iyi olma arzusu karşıdakinin üzüntüsüne, başarısızlığına sevinme duyguları oluşturacak kadar küstahlaştı, ve biz, ''biz'' diyemedik.. 

''Ben'' dedik. 

Ve ''Ben'' dediğimiz -ya da dedirttirildiğimiz, yerde kaybettik. 

Her alanda birlikte, karşılıklı anlaşma ile gelişmek yerine, hep bir yüzleşme çabası, çatışma, ve ''öteki'' oluşturma aldı götürdü bizi.

Bu çatışma sanki, deniz ortasında dalgaların birbirine çarpıp dağılması gibiydi.

Bir yere varamadık...