Düşünün: Bir kamu görevlisi olan polis, şehit olacağına o kadar inanmış ki, cebinde vasiyetiyle geziyor... Halbuki çok daha kolayı seçebilirdi. İstifayı basıp "ben bu işte yokum arkadaş" diyebilirdi.
Kaçabilirdi...
Kaçmamış. Ne zaman, nerede, kimin tarafından, nasıl pusuya düşürülüp şehit edileceğinin derin endişe ve psikolojisine rağmen, yürekli bir Türk evladı olarak, vasiyetini yazıp yaka cebine koymuş, sanki ölümü beklemeye koyulmuş...
Ve maalesef tahmininde yanılmadı.
Yiğitçe dövüşemeyenlerin, sinsice tuzağına mağlup oldu.
Peki, bu durum bize ne söylüyor?
1- Kamu görevlilerinde derin bir endişe ve psikolojik kırgınlıklar var. Savaş psikolojisinin en ağır şartları bile değil. Çünkü savaşta karşılıklı cepheler var ve düşmanınız karşınızda belirli bir karargâhta savaşı yönetiyor. Burada öyle bir durum yok. Burada sinsilik, kalleşlik, pusu, tuzak, neyin ne zaman olacağı, kimin nereden ateş edeceğinin belirsiz olduğu ortam söz konusu... Dolayısı ile hava puslu...
Böyle durumlarda, iktidarıyla muhalefetiyle ve elbette tüm basınıyla ülkenin dirlik düzeni için mücadele eden güvenlik güçlerine moral takviye etmek gerekiyor. Ancak Türkiye'de güvenlik birimleri sadece PKK'nın namlusunun ucunda ve tehdidi altında değil. Aynı zamanda politikacıların, sözde basın mensuplarının ve özellikle de PKK'nın siyasi uzantılarının da psikolojik baskısı altında.
Pek çok kimse "polis ve jandarma azıcık hatalı davransa da avazımız çıktığı kadar bağırıp suçlasak, hatta uluslararası alanda Türkiye'yi mahkûm etsek" diye bekliyor.
2- Devlet aygıtını yöneten iktidar sahiplerine karşı şehidin vasiyetinde oldukça sitemkâr bir öfke var.Sadece Mehmet Akif Hatunoğlu değil, bölgede görev yapan güvenlik birimlerinde devleti yönetenlerin, görevlerini gerektiği gibi yapmadıklarına yönelik inanç hâkim. Mektuptan bunu anlıyoruz... Kaç kere yazdık söyledik. Güvenlik birimleri, devlet adamlarından kesinlikle siyasi kararlılık ve duruş bekliyor diye. Sonra iyi bir istihbarat, PKK'ya karşı siyasi, ekonomik, yaptırımların acilen uygulanması ve topyekûn mücadele edilmesini bekliyor...
Halbuki özellikle "açılım sürecinde" PKK'ya "Öz yönetim/özerklik" şartlarını olgunlaştırması için göz yumulduğunu bizzat görev yapan polisler biliyor ve içinde yaşadılar.
3- Özelde güvenlik birimlerinde genelde tüm toplum kesimlerinde derin bir hayal kırıklığı ve değerler kırılması var.
Bakın şehit cenazelerine... Hemen hepsinde sitem var. Özellikle de hükümet eleştiriliyor.
Niye?
Çünkü değerler kırılması yaşanıyor. Bu da devlete ve hükümete anlamlı bir güvensizlik yaratıyor.
Bu durumu yaratan iktidarın kendisidir. İktidar, uygulamalarıyla büyük hatalar yapıyor, dindar geçinen yazar, çizer, din adamı ve ulema da iktidarın etrafında hatalı politikaları "doğru" diye ölümüne savunuyor. Toplumun güven merkezleri olan kanaat önderleri, kendisinden beklenen uyarıcı görevleri yapmıyor ve yapmamakta da ısrar ediyor. Başta tarikat ve cemaatler olmak üzere şöhret yapmış dinî kisveli insanlar, hükümetle bir olup, yanlışı onaylamaktalar. Böylece dinî değerler işlevsiz kalmaktadır.
Aynı durum sol cenah için de geçerli... İşte CHP... "Atatürkçüyüz" demelerine karşılık PKK'nın işine gelecek söylemlerde bulunmaktan, Cumhuriyetin "milli birlikçi" değerlerini öne çıkarmaktan ısrarla kaçınıyor. Bu durumda bir başka işlevsizleşme ortaya çıkıyor.
Keza milliyetçiler, kısmen olumlu ve olması gerektiği gibi söylem üretseler de eylem olarak bekleneni karşılayamıyor; istenen politikayı üretemiyorlar... Tepkisel bir sözcü olarak sadece konuşuyorlar... Halbuki tıpkı Atatürk'ün yaptığı gibi sarayın karşısında bir din adamları komitesi oluşturabilir, aydınlar grubunu organize edebilir, partisinden olsun ya da olmasın vatansever kesimleri destekleyen siyasal bir atmosfer yaratabilirdi. Millî birlik politikalarının yeni duruma uyarlanmasına çaba sarf edebilirlerdi..
Sosyal aktörler işlevlerini yerine getirmediklerinde istenmeyen sonuçlar kapınızı çalar. Bilim böyle diyor. Bizden söylemesi...