Tanımlardan önce tanımı tanımlayan ve ona varlık veren ön şartların oluş sebepleri üzerinde durulmadan oluşan modele anlam kazandırmak hatalı olacaktır.
İtiraz edilen nesnenin kendisi olmadan veya onu oluşturan vakıaların sebep sonuç ilişkisi üzerinde durulmadan, ‘’ tanımıyorum, yoktur, kabul etmiyorum...’’ dan oluşan kelimelerin de bir anlamları olmaz. Kendisini var eden her oluşum ispat kudretine ihtiyaç duyabilir.
İnsan oğlunun beş duyu organından oluşan nesnelerin varlığını ispata ihtiyaç yoktur. Çünkü, dokunur, koklar, görür, tat alır, işitir. İnsan sadece bunlarla mı donatılmıştır?
Nasıl düşünür, nasıl hisseder, korkuları, heyecanları, sevinç, keder, elem, hayatına anlam kazandıran tüm oluşumlara sebep olan otomatik hissiyatın ve bilincin varlığını inkar edebilir mi ? Kendisini kendi yapan, var eden bir yaratıcı, ilahi kudret olmadan tüm kavramların içi boş olacaktır...
O halde maddi manevi her varlığa hayat veren, yaratıcı olmadan ne dünyevileşme ne de sekülerleşmeden bahsetmek anlam ifade etmez.
Günümüzde çok çeşitli sebeplerle, ‘’DÜNYEVİLEŞMEYİ’’ inanç değerlerinin içinin boşaltılmasıyla, Tanrı’dan uzaklaşma olarak tanımlayabiliriz. Kendi kendine yetebilme algısının yaygınlaşması, dünyevileşmeyi tetikleyen en önemli olguların başında gelenidir.
Dünyalaşma, dünyayı hayatın merkezine koymaktır. Manevi değerlerden ziyade tamamen dünya hayatına odaklanmaktır. Hayatın anlamını , mana ve önemini dünyevileşmede aramaktır.
Etrafımıza baktığımızda herkesin kendine göre, yaşanılan dünyada kendince olmasını istediği sonuçlara ulaşmak hedefi olacaktır.
Aile, arkadaş çevresi, anlık duygu ve hazlar, işyerinde ve toplumda olmasını istediği kariyer kişinin amaçlarını belirler. Kimilerine göre hayatın anlamı yeni şeyler öğrenerek arzu ve isteklerini tatmin etme, bazısına göre karizma veya kariyer, kimine göre de aşktır.
Bazı insanlar ise belki de hayatları boyunca bir kez olsun hayatın bir anlamı olup olmadığını sormamıştır kendine.
Hayatı akışına bırakarak, düz mantık yaşamayı sever veya öyle zanneder. Neyi, nasıl, neden olduğunu sorgulamak kişiyi yorar. Bu yüzden temel sorunlara hiç odaklanmadan yaşamak kolay gelir insana.
Halbuki hayata gelmesinin ve yaşamasının bir anlamı olmalı, neden dünyaya geldiğini ve yaratıldığını sorgulamak diğer canlılardan kendisini ayıran en önemli özelliktir.
Yani temel olan şey, yaşamak, yemek , içmek, üremek ve hayatta kalmaktan öte insan denen bir bilinmeyen varlığın; bunların üzerinde bir amacı ve arayışı olmalıdır.
İnsanı insan yapan sadece biyolojik varlığı değildir. Maddi varlığının yanında, bir de ruhsal yapısı ve manevi dünyasının sorgulanması bir yaratıcının varlığını aramaya yönelttiği zaman insan, insan olmanın idrakini hisseder.
Esasen insan maddi ve manevi, hisleri ve duyguları, yaşama şekli ve düşüncesiyle, hayattan beklentisiyle, tüm canlılardan farklılık arz eder. Bu yüzden çokları insan denilen varlığa, ‘’ İnsan denilen meçhul’’ olarak tanımlamak istemişlerdir. İnsan, yani bilinmeyen yargılar yumağı.
Her bilinmeyeni bildikçe, bilinmeyenlerin sonsuzluğunda yolculuk yaptığını anlar. İnsan denen varlık; evren, yer ile gök arasından yaratılmış alemin içinde belki de cismen noktadan küçük bir varlık iken; işleyiş ve fonksiyonerlik bakımından tüm evrenin içindekilerden de en model, en büyük varlık olma özelliğini keşfedemedikçe tek kanatlı kuş misali hep bir tarafı eksik kalacaktır...
Tanrı olmasaydı tüm bunların bir anlamı olacak mıydı? Anlamı olacaksa kendisini yaratan bir Tanrı da olacaktır. Muhtemelen çağımız insanlarının en temel problemi inanç problemidir.
Allah hakkında doğru bir anlayışa sahip olamama problemin temelidir. Bir diğer deyişle kişi Allah’ın varlığına inanmasına rağmen, sanki Allah yokmuş gibi insan oğlunun yaşamasıdır.
Yani Allah’ın varlığının insan üzerinde yaşantısında bir etkisinin bulunmaması ya da bulunsa da varlığının algılanmasında kayda değer algılama olmaması, vurdum duymazlığıdır.
Bir şey varsa vardır, yoksa da yoktur. Haşa yaratıcı yoksa zaten dünyevileşme iradesinde sorun da yoktur.
Eğer kendisini biçimleyen olağanüstü kudret varsa ki vardır, o halde yokmuş gibi ya da önemsizmiş gibi davranmak, kişinin sorumluluğundan öte kendisini de inkarı anlamına kadar götürmesi kaçınılmazdır.
Varlığına inandığımız Allah’tan daha önemli hiçbir şey, hiçbir düşünce olamayacağından tüm yaşam o yaşamı verene göre yaşamak en temel prensip olacaktır.
Buna inanan kişi her şey onun varlığı ve rızasıyla vücut bulduğunu sorgulayarak nefsini hayatın merkezine koyarak kendi koyduğu kurallara göre yaşayamaz.
Hayatı veren ve kainatın sahibi onu yaratan bir Tanrı olduğu için onun kurallarına göre yaşanacaktır.
Koyduğu kurallara inanıp ta yaşayamamak başkadır. Sorumluluk ve hesap verme mesabesinde, Tanrı’dan uzaklaşıp, uzaklaşmadığı dünyevileşmenin de çerçevesini oluşturacaktır...
Bu açıklamaların ışığında haşa Tanrı olmasaydı, ‘’ dünyevileşme’’ diye bir kavram da olmayacaktı zaten. Dünyevileşme Tanrını yarattığı ve kurduğu dünya düzenine teslim olma, düzeni kuranı unutma ve ondan uzaklaşmadır.
Yani insanın, dünyanın gelip geçici süsüne, cazibesine kapılarak, Allah’a inanmakla birlikte nefsine uyarak, Allah’ı ihmal etmesi ve ondan uzaklaşarak dünyaya meyletmesi dünyevileşmedir.
Dünyevileşme bizim gelenek ve kültürümüzde inanç dünyamızda, bir zafiyet ve ahlaki bir sorun olarak düşünülür. Özü güzel ahlak ve adalet temeline dayalı dinimizin, özellikle genç kuşaklar arasında ilgi görmemesine, umursanmamasına ve itibar kaybetmesine neden olduğu açıktır.
Peki dünyevileşmenin ve dinden kaçışın temel sebepleri nelerdir.
Bunlar bu yazının içine sığdırılamayacak kadar çoktur ve derindir. Ancak biz herkesin anladığı, görüp yaşadığı somut birkaç örnekle yetinmek istiyoruz.
İslam’da herkes amelleriyle ( yapıp ettikleriyle) sorumludur. Her bir Müslüman veya kişiler ahirette bunun hesabını vereceklerdir. Bu durum bizatihi ( tamamen) iktidarların ilişkileri için de geçerlidir.
İktidara gelen, yönetici ve sorumluluk makamında olan her bir kişi, aldıkları kararlarıyla, yaptıkları icraatlarıyla, halka yaşattıklarıyla, ehliyete ve liyakata önem verip vermedikleriyle kısa olarak ADİL olup olmadıklarıyla hesaba çekileceklerdir.
Kötü yönetimlerden dolayı kendilerini hizaya çekmeyen, bu yüzden halkı çaresiz ve umutsuzluk ve ızdırap içinde yaşamalarına sebebiyet veren, bir kısım seçkin kitle zenginleştikçe, halkın alabildiğine fakirleşmesi ve bunları din örtüsü ile kapatmaya çalışılması, fakirliğin imtihan ve meziyet olduğunu camilerde hutbe ve vaazlarda sürekli öğüt verilerek, kendilerinin tam bir lüks alemde, israf ve şatafat içinde yaşaması, genç kuşaklarda derin bir sorgulama ve ayrışmaya yöneltmektedir.
Kendi yarattıkları düzenden kaynaklanan olumsuzlukları gizlemek adına, ‘’ Allah’ın sabır edenleri kıyamette ödüllendireceği...’’ söylemleri, toplumda derin bir kaygı ile bir çoğunun da bilmemezliği ile, İslam’ın sorgulanması sonucuna götürmesi, maneviyattan uzaklaşmanın sebepleri arasında gelmektedir.
‘’ Dindarım, Müslümanım’’ deyip te, Allah’ın bizzat yönetenleri sorumlu tuttuğu ayetlere olan duyarsızlıklardır. ‘’ emrolunduğun gibi dosdoğru ol...Ve sakın azıtıp haddinizi aşmayın, çünkü o yaptıklarınızı görendir...’’ Bu ve buna benzer ayetlerdeki davranış ilkesi, aynı zamanda İslam’ın evrensel bir niteliğinin göstergesidir.
İster dindar, ister dinsiz, ateist ve deist insan denilen her bir kişide bulunması gereken değerler olmalıdır. Çünkü doğru ve adil olmak, e yüksek ahlak ilkesidir.
Başta tüm devlet yöneticileri olmak üzere, icraat mevkiinde olanlar, bürokraside olanlar asıl MAUN SURESİNDEN korksunlar.
Şöyle başlıyor sure: ‘’ Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı...’’ BU ayet temel olarak, hesap günü yokmuş gibi davrananları, iki yüzlü olanları, takiyye yapanları, Din, Kur'an, Allah diyerek halkı aldatanları kast ediyor. Fakat genç nesilleri de manevi değerlerden soğutarak ve soyutlayarak DÜNYEVİ yapıyor...
Kur’an kurslarında genç erkek ve kız sıbyan çocukların ırzlarına geçenlerden, hesap sormayarak veya görmezlikten gelenler, olayı basit bir adli vakıa cinsindenmiş gibi örtenler yaptıklarıyla toplumda büyük kitleler tarafından derin bir manevi çöküşün sebebi olduklarının farkına vardıkları söylenemez.
Genç nesilde kendisini kurtaran kaptan misali bir dünyevileşmenin yapı taşlarını döşemelerine sebep olduklarının farkına varmayanlar bu başlangıcın bir sebebidir.
Sırf kontrol etmek ve kendisine bağlı geniş bir biatçı toplum anlayışında sürü oluşturmak için, tarikat ve cemaatlere kadar, dindar görünüp te dinin emrettiklerinin tam tersini yapanlar, toplumda inanç değerlerinde derin bir travmaya sebep olmaları sonucu, insanların maneviyattan soğumalarına gençlerinse DİNDEN UZAKLAŞMALARINA en önemli sebep teşkil etmiştir.
Dindar görünmek ve dindar geçineceğiz diye ahlaka ihtiyaçları kalmadığını mı düşünmektedirler?!..
SEKÜLERLEŞME: Dünyevileşme, Allah’tan uzaklaşma iken, sekülerleşme ise Allah’tan kopuştur. Yani insanın bilerek, isteyerek, düşünerek, tasarlayarak, taammüden, kendini ve kainatı, evreni yaratıcısı olan Allah’ı dışlamak, kenara atmak ve dünyaya ilişkin hiçbir işine karıştırmamaktır.
Sekülerizm taşıdığı anlam bakımından da en merak edilen kelime ve ‘’ izmler’’ arasında geldiği şüphesizdir. Bir yaratıcının tamamen yok sayılması, reddedilmesi ATEİZM’DİR.
Yaratılışı anlama, evreni sorgulama, her şeyi maddi varlıkla sorgulama, maneviyatı yok sayma gibi yorumlamalar, ateizm ve deizmle aynı argümanları kullandıklarından hemen hemen aynı ortak tabanda buluşurlar.
Konuyu daha açarsak; toplumun ve kamusal alanın din üzerinden değil, bireysel açıdan yaşanılması gerektiğini savunan bir düşünce sistemidir. Genel olarak demokratik ve Cumhuriyet yönetimlerinde din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutularak yönetilme sistemidir.
Laiklik, ülkenin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulmasıdır. Dini kurumların ve dini kişilerin devlet kurumlarına müdahale etmemesidir.
Her iki kavram arasında yönetimsel olarak benzerlik bulunmasına rağmen, laiklik din ile devlet işleri arasındaki ilişkiye vurgu yapar, aralarındaki ilişkinin ayrı tutulmasını simgeler.
Laiklik ile Sekülerizm arasındaki fark; Laiklik din ile devlet işleri arasındaki ilişkiye, sekülerizm ise din ile toplum arasındaki ilişkiye dayanır.
Dolayısıyla laik sistemler toplumun ve kişilerin dini inançlarına karışmaz, saygı gösterir, yaşama alanına müdahale etmez.
Bazı kavramlar iç içe olup, döşenen yolun merhale taşlarına benzer. Birinin sebebi, diğerinin sonucudur. Biri olmadan ve yaşanmadan diğerine sıra gelmez.
Dünyevileşme merdivenin ilk basamağı, hemen bir sonraki Sekülerleşme’dir. Yani yaratıcıdan, Tanrı’dan kopma sekülerleşme sayılır. Tanrı’dan uzaklaşma olmadan, kopma olmaz.
DEVAM EDECEK...
Av. Faruk Ülker / 4. Ekim. 2022/ Ümraniye