Hep anıp, zikredip, yaşamadığımız, dillendirip icraata geçiremediğimiz ülküdür bir bakıma.
Hele ki günümüzde; o yaşayışa o kadar muhtaç ve özlem içindeyiz ki..
Uzaklaştık, adaletten, hukuktan, sevgiden saygıdan.
Bir devlet düşünün ki her konumda çağa damga vurmuş, Yönder olmuş ve İslam'ı yaşamış, Türklüğü söylemden öte hele büründürmüş.
Avrupa bu duruş, düşünüş yaşayış karşısında İslam ile Türklüğü ayırt etmeden telaffuz etmeye söylem niteliği olarak görmüştür…
Biraz bu yaşayıştan bahsedelim ve ne kadar fark var bir görelim isterseniz…
Bugün mü?
Bugünü ne siz sorun nede ben söyleyim..
Osmanlı, Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in sünnetine harfiyen uymaya çalıştı, en güzel ahlâk örneklerini asırlarca dünyaya örnek gösterdi.
Biz, insanımızı anlatırken: "Osmanlı terbiyesi görmüş, Osmanlı Beyefendisi ya da tam bir Osmanlı Kadını" diye onun terbiyesini överiz:
Çünkü Osmanlı toplumunda tanıdığımız birçok kabiliyetli ve büyük insanın kendini anlatırken, nefsin afetlerinden uzak sözler kullandıklarını görürüz.
Osmanlı İmparatorluğu, İslâm edebinin gerçekten yaşandığı bir ülkeydi. Peygamber Efendimiz (S.A.V): "Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma!" buyurarak edebi özetlemiştir.
Osmanlı medeniyeti; altı asrı üç kıtada kucaklayan, aklıselim, kalbi selim, zevk-i selim sacayağı üzerine oturmuş bir denge, giyim, kuşam, yeme, içme, aile, mahalle ve şehir hayatıyla, insana saygı medeniyetiydi.
Osmanlı'nın aile, mahalle ve şehir hayatı, hoş bir özlemin ötesinde, insana insan olmanın zevkini ve keyfini doyasıya yaşatan bir güzellikler hazinesiydi.
Osmanlı medeniyeti kelimeler üzerine bina edilememiş, güzellikler, hayatın bütün safhalarına işlenmiş ve yaşanmıştı.
Osmanlı Devleti'nin uzun ömürlü oluşu, toplumun huzur ve barışıyla ve adaletiyle doğrudan irtibatlıydı. Bu sırları keşfetmek gerekir. İnsana saygı medeniyeti de diyebileceğimiz, Osmanlı'nın aile, toplum ve mahalle hayatındaki güzelliklerden küçük bir demet sunarak, bugün neleri kaybettiğimizi daha iyi anlayabilir ve hiç olmazsa elimizde kalanları muhafaza adına bir gayret uyandırabiliriz.
Osmanlı'da aile genişti. Çocukların İslâm ahlâkıyla terbiye edilmesine, geleneklerimize ve manevî birikimlerimize göre yetiştirilmesine çalışılırdı. Bu geniş ailelerde, Kur'ân-ı Kerim okuyan dedeler, Hz. Hamza'nın cenklerini anlatan nineler, göz nuruyla hat çoğaltan amca ve dayılar, zarafet ve nezaketin timsali teyze ve halalar, çocuklara güzel örnek olurlardı.
Evde çocuklar dâhil kimse ayakta yemek yemezdi, önce eller yıkanır, sofraya birlikte oturulur, evin en büyüğü başlamadan, yemeğe kimse başlamazdı.
Büyük anne veya büyük baba yemeğe başlarken herkesin hatırlaması için besmeleyi yüksek sesle çeker, sofradan kalkılırken "hayırların fethi, şerlerin def'i için Fatiha Suresi okunurdu.
Kimsenin yüksek sesle konuşmadığı, huzur ve sükûnun hâkim olduğu bu evlerde; edep, cömertlik, âdeta gözle görülürdü.
Her oda, her duvar dünyanın fâni olduğunu hatırlatır, şu üç günlük dünya hayatının hiçbir insanı kırmaya ve incitmeye değmeyeceğini ifade ederdi.
Osmanlı sokaklarında dolaşırken o güzelim cumbalı ahşap evlerin pencerelerinde çiçekler görülürdü. Çiçeklere de çeşitli manalar yüklenmişti. Meselâ pencerenin önündeki sarıçiçek; "Bu evde bir hasta var, lütfen gürültü yapmadan mümkün olduğunca sessiz geçin" manasına gelmekteydi. Çiçek kırmızı ise; "Bu evde evlenme çağına gelmiş genç bir kızımız var, sakın ola kötü bir söz edip de, onun kalbini incitmeyin." demekti.
Evlerin kapı tokmakları, penceredeki çiçeklerin gösterdiği manadan geri değildi.
Kapı tokmakları çift halkadan müteşekkildi. Bunlardan, aslan başı motifli ve büyük olanı kalın, çiçek motifli ve küçük olanı da ince ses çıkartırdı. Eğer eve bir erkek misafir gelmiş ise, kalın sesli tokmağı tıklatır, içerdeki ev sahibi gelenin beyefendi olduğunu anlar, kapıyı evin beyi açar, bey yoksa mahremiyete uygun olarak kapı açılırdı. İnce sesli tokmağın sesi duyulmuş ise, gelenin bir hanım olduğu anlaşılır, kapıyı evin hanımı açardı.
Hayatın sadeliği mahalleye de damgasını vururdu. Gözü tırmalayıcı hiçbir şey görülmez, insanlar birbirine hürmet eder, selâm verirdi.
"Saadet sadelikte gizlidir" derlerdi.
İnsana saygı medeniyeti, bütün mahalleyi sarmıştı. Herkes birbirini tanır, zengin fakiri korur, fakir de zenginin malına göz dikmezdi.
Kul hakkından korkmayan insanların yaşadığı cemiyette kimse kimsenin "elinden, dilinden ve belinden" emin olamaz.
Osmanlı döneminde sokakların başında sadaka taşları vardı.
İhtiyacı olan sadaka taşının üzerindeki keseden, yabancı elçilerin de şaşkın bakışları arasında sadece ihtiyacı kadarını alırdı.
Osmanlı'da nezaket, incelik, edep her işin başıydı. Allah'a ruhunu ulaştıran, Allah'a eren, uyanık olurdu. İnsanların sözü kesilmez, işaret edilmez, gizli konuşmalar hoş karşılanmazdı.
Osmanlı'da canlı cansız her şeyin bir hatırı vardı. Osmanlı Allah'ı görüyor gibi yaşamaya çalışırdı. Allah'ın huzurunda nasıl hareket edilmesi gerekiyorsa öyle hareket etmek isterlerdi.
Osmanlı devleti olmadan önce gerçek manada Osmanlı toplum yapısı gibi olmak bilmek uygulamak ve yaşamak…
İçi boş değil, dolu dolu.
Gerçek manada Müslüman'ca yaşamak ve Türklüğe yakışır bir hal almak için.
Özenilecek, Bir Fatih'e, Yavuz'a, Kanuni'ye sahipken ne oldukları belirsiz hayran olmamak için.
Sözde değil özde Osmanlı nasıl olur görebilmek için.
Selam ve dua ile..