31 Mayıs - 3 Haziran 2012 tarihleri arasında, Amerika'nın Virginia Eyaletine bağlı Chantilly kentinde düzenlenen Bilderberg toplantısının katılımcılarından bazıları şunlardı: Fahri ÇAKI ve Thomas MİTCHEL. Fahri ÇAKI, Temple'da Nurcu Hareketin Sosyo-Ekonomik gelişmesi tezini hazırlıyor. MİTCHEL ise, Vatikan Cizvit Seksiyonu sorumlusu, İstanbul Bediüzzaman ve "medeniyetler arası diyalog" konferansları katılımcısı olarak toplantıda bulunuyordu...
MİTCHEL'in ilgilendiği, hurafeci Bediiüzzaman'a ve diyalogcu Ilımlı İslam'ın ayrıntılarına girmeden önce; Bilderberg'in ne olduğunu kısaca hatırlatmakta yarar var. Bilderberg, hukuki konumu olan bir kuruluş, dernek, vakıf, değildir. Adını, 1954 yılında ilk toplantısının yapıldığı Hollanda'daki Prens Bernhard'a ait otelden aldı. Toplantı katılımcıları genellikle finans baronları, işadamları, siyasiler, ticari örgütler, diplomatlar ve medya mensuplarından oluşur. Bilderberg'in kurucusu, Hollanda Prensi Bernard ve toplumbilimci Dr. Joseph Hieronim RETİNGER'di. RETİNGER, Bilderberg kurallarını anlatırken "Batı'nın ahlaki ve kültürel değerlerini paylaşmayı ve savunmayı" şart koştu...
Burada, iki şifreyi çözmekte yarar var: Birincisi, RETİNGER'in ahlaki dediği şey, bizim anladığımız anlamda ahlak değil; depolayıp yığmacı sömürgeciliğin; mutlak kâr güden ve bunun için hiçbir kural tanımayan kuralsızlıktır. İkincisi ise, üst grup tarafından değişik ülkelerden özenle seçilen, toplumlarında etkin alt katılımcıların; geleceğe dair beklentilerinin alınması ve bunlardan ayrı olarak, üst grup tarafından dünyanın geleceği sömürgeci çıkarlar yönünde şekillendirilirken, bu beklentilerin ve alt katılımcıların kullanılmasıdır. Toplumlarında etkin katılımcı alt grup insanların kullanımı da, çift yönlüdür. Üst grup, özenle seçip toplantıya davet ettiği, toplumlarında etkin alt kişilerden yararlanmak için, bunların geleceğe dair beklentilerini alır ve daha sonra; hem gelecek arzularını bunlara karşı kullanır; hem de verilen bu havuç sayesinde, bu kişileri toplumlarına karşı kullanır. Deyim yerindeyse, bu toplantılara katılanlar; sömürgeciliğin "aparatlarıdırlar"... Çoğunlukla katılımcılar, ya sömüren ülkelerden ya da sömürülen ülkelerdendir. Eğer siz, bu toplantıya katıldıysanız, şöyle düşünmelisiniz: Ben, dünyayı sömüren ülke vatandaşıysam, sömürdüğüm ülke vatandaşlarıyla, bu sömürüyü nasıl daha iyi ve devamlı hâle getiririz diye kararlar almışızdır. Yok; ben sömürülen üçüncü dünya ülkesi vatandaşıysam, ülkemin nasıl daha iyi ve devamlı sömürülebileceğine dair, yollar göstermişimdir; bu kullanımım karşılığında da, döküntülerden pay almışımdır...
İşte böyle, depolayıp yığmacı sömürgecilikte Bilderberg'in işlevini açıkladıktan sonra; 2012 yılındaki toplantıya katılanlardan bazılarının neden tarikat araştırmacısı olduğu konusuna geçebiliriz. Öncelikle şu soruları sormalıyız: Bilderberg toplantılarında Nurcu Hareketi araştıranlar, bilenler ve inceleyenler neden bulunuyor? Dünyayı sömüren kodamanlar, Türkiye'deki bu tarikatla veya birilerinin dediği gibi cemaatle, neden bu kadar ilgileniyorlar? Din hürmetine değil herhalde...
Bilindiği gibi, Ilımlı İslam'ın mucidi Graham E. FULLER'dir. FULLER, İslam toplumlarında bulunduğu yıllarda, araştırma ve incelemeler yaparken gördü ki, insanların, İslam'a inanışı ve yorumlayışı, toplumdan topluma farklı. Allah'ın, ilkelerini belirlediği ve İslam'ın tek kaynağı olan Kur'an'ı; sömürgeci strateji gereği hiçbir zaman dikkate almayan FULLER; incelediği toplumların yaşayışlarını, İslam'ın gerçeğiymiş gibi sundu. Oysa Kur'an'ın belirttiği dine göre; dinin gerçeği, tarihsel, toplumsal ve psikolojik yorumlar değil; tüm zamanları gören ve bilen; aynı anda her yerde bulunan ilahi kaynaktan gelen veridir (Ayet-vahiy)... Bu nedenle, hangi toplum veya birey olursa olsun; hiçbiri özellikle İslam'ı temsil etme yetkisinde değildir. O toplum veya birey, yalnız kendini temsil eder. Ancak FULLER, sömürgeci strateji gereği, bahsettiğimiz bu gerçekleri elbette umursamayacaktı. Çünkü o, farklı inanç grupları ortaya koyarken; hem Müslümanların yorum temelinde bölünmesini; hem de tanımlanan her grubun gerçeğe sahip olmamasını, özenle temellendirme çabasındaydı. Bu amaçla FULLER, kitabî (Kur'an'î) olmayan Ilımlı İslam ve köktenci İslam tanımlarını ortaya çıkardı. FULLER bunu yaparken; "sen, inanmadığın benim dinimi, hangi hakla oyun hamuru gibi yoğuruyorsun ve ona şekil veriyorsun" diye, sözde Müslümanlardan hiçbir itiraz gelmedi. Çünkü bu hurafeciler de, Ortadoğu'da çıkacak savaş öncesi, dinle oynayarak, kitlelerin hurafelerle uyuşturulmasıyla sömürülmesinden, döküntü kapma derdindeydiler. Bu uğurda, sömürgecilerle işbirliği yaparak; Kur'an'ın ifadesiyle hurafeciler: "Dinlerini sattılar!"...
FULLER'in ürettiği ve gerçeği temsil etmeyen Ilımlı İslam ile köktenci İslam; sömürgecilerin, Ortadoğu'yu işgal edeceği sırada, kitlelerin bu işgallere vereceği tepki türlerini ifade etmektedir. Ilımlı İslam, sömürgecilerle uyumlu, itiraz etmeyen, batıyla ortak hareket edenleri ifade ederken; köktenci İslam ise, her zaman, her yerde, batıya itiraz eden, yakıp-yıkan, şiddete bulaştırılmış, işlevsiz, hastalıklı tepkili bir ruh hâlini ifade etmektedir. Ortadoğu coğrafyasında, görece daha az olan köktencileri; sömürgeciler kullanamayacağı için en başta gözden çıkardı. Sömürgeciler, Ortadoğu'yu işgal edecekleri sırada, kitleleri uyuşturup tepkisiz hâle getirmek için yararlanacakları Ilımlı Müslümanları meşrulaştırmak amacıyla "dinler arası diyalog" kaypaklığını devreye soktular. Sömürgeciler tarafından, önce, sözde dinsiz Sovyetlere karşı kullanılan hurafeciler; Sovyetler dağıldıktan sonra, bu kez Ortadoğu coğrafyasında Müslümanlara karşı kullanılacaklardı...
Türkiye'de, nur tarikatının kurucusu kabul edilen hurafeci sapkın Said Nursî'nin, sözde öğrencisi İnebolulu Salahaddin ÇELEBİ, Risale-i Nurlardan derleme bir müsveddeyi, Şubat 1951'de Said Nursî'nin onayını alarak Said Nursî adına Papaya gönderdi. Bu eylem "Dinler arası diyalog" kaypaklığının başlangıcıdır. Hurafeciler, insanlığı devamlı sömüren ve savaşlarla kanını akıtanın haçlı sömürgeciliği olduğunu bilmiyorlarmış gibi, gönderdikleri müsveddelerde sözde dinsizlere karşı ortak mücadele edilmesi gerektiğini, Vatikan'a öneriliyorlardı. Amerikancılığın da yoğun olduğu hurafeci Said Nursî'nin bu önerilerini; Vatikan, İslam dünyasını işgal etmeden önce, özelde Türkiye'yi uyuşturmakta kullanacak; hurafecilere, dinsizliğe karşı işte sizinle beraberiz diyerek içlerini haçlılara ısındıracaktı...
Burada, hastalıklı bir ruh yapısına sahip olan, hurafeci Said Nursî'yi tanıtacak bazı bilgileri vermekte yarar var. "Bölücüleri, kurtuluş savaşı veren milli ordumuza karşı kışkırtarak ayaklandırmak amacıyla kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti'nin kurucuları arasında Said-i Kürdi (Nursi) de vardır." Said'i Nursi ve arkadaşları ABD'li görevliden "Kürt milli haklarının sağlanması konusunda, kendilerine yardımcı olmalarını" da istedi. Bakınız: "Kadri Cemil Paşa, Doza Kürdistan, (Zinar Silopi), Hazırlayan, Mehmet BAYRAK, Ankara, 1992, s. 57."
Diğer taraftan, 'Said-i Nursi, önce Almancı, sonra Amerikancı, hem de bölücü olması bakımından Amerika'nın Bullit tarafından kurallaştırılan soğuk savaş stratejisinin Türkiye'deki kanaat önderi ve ruhani Lideri'dir. Bakınız: "Cengiz ÖZAKINCI- Türkiye'nin Siyasi İntiharı, İstanbul, 2005"
Hurafe fetişi Said Kürdi, "Tarihçe–Hayat, 88, Arabi Hutba–i Şamiye Eserinin tercümesi" adlı eserinin "Haşiye, İçtima–i Reçeteler II/101" kısmında aynen şöyle yazıyor: "Dünyanın şu anki en büyük devleti Amerika'nın bütün kuvvetiyle dini gerçeklere sahip çıktığını; Amerika'nın, Asya ve Afrika'da İslamiyet'le beraber huzur ve mutlu geleceğine karar verdiğini; Amerika'nın yeni doğan İslam devletlerini okşadığını ve onlarla ittifak ettiğini" yazıyor. Hurafe fetişi Said Kürdi, Amerika'nın Müslüman olmadığı hâlde, Müslüman devletlerini neden koruyup kolladığını hiç düşünmedi mi? Amerika'nın, 2. Dünya savaşı sonrasına denk gelen yıllarda, yeşil kuşak uygulamasının, Müslüman ülkelere sızarak ve yerleşerek, kendi güdümüne alması için yaydığı hurafe diniyle onları gelecekte kullanmayı amaçladığının bir gerçeği olduğunu neden anlayamadı? Tabii bir insan, hurafe fetişi saplantılı olursa, bunların hiç birini bilemez ve öngöremez.
Said Nursî'nin selefi olan hurafeci fetiş GÜLEN'in, Papa'ya yazdığı ve 9 Şubat 1998 tarihinde kendi gazetesi "Zaman"da yayınlanan mektuba da, değinmekte yarar var. Hurafeci fetiş GÜLEN, mektubunda şöyle yazıyor:
"...Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler arası Diyalog İçin, Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere, burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda, en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik...
...Müsamahanıza sığınarak, bu misyonun hedeflerine yakından hizmet etmek için, üstlenmek istediğimiz birkaç teklifte bulunmayı arzu ediyoruz. Hıristiyanlığın üçüncü bin yılına girişi münasebetiyle yapılacak kutlamalar vesilesiyle, Ortadoğu'daki Antakya, Tarsus, Efes ve Kudüs gibi bazı kutsal yerlere, müşterek ziyaretleri içeren birçok etkinlikler önermek istiyoruz...
...Filistinli liderlerle diyalog kurmak suretiyle Kudüs'ü birlikte ziyaret etmemize davetiye çıkarabiliriz...
...Dinden liderlerin işbirliği ile ilki Washington DC'de olmak üzere, muhtelif dünya başkentlerinde bir konferanslar serisinin gerçekleştirilmesini teklif ediyoruz...
...Öğrenci değişim programı da çok faydalı olacaktır..."
Hurafeci fetiş GÜLEN'in, mektubunda okuduğunuz bazı kısımlar dikkatinizi çekmiştir. Örneğin Hıristiyanlığın üçüncü bin yıla girişi nedeniyle; Kudüs'te ortak etkinlikler yapılabileceğini öneriyor. İyi de, bu yapılamaz bir şey değil ki; sömürgeci Hıristiyanlar ve Yahudiler istedikleri her an Kudüs'e, Müslümanların şerefini çiğneyerek yıllardır giriyorlar. Hurafeci fetiş GÜLEN'in bilmediği bir başka gerçek ise, "İslam'da, dini liderliğin ve İslam'ı temsil eden özel bir bireyin olmadığıdır." Hurafeci fetiş GÜLEN, rahip ve haham bilinçaltıyla hareket ediyor ki: "Dinden liderlerin işbirliği ile ilki Washington DC'de olmak üzere, muhtelif dünya başkentlerinde bir konferanslar serisinin gerçekleştirilmesini teklif ediyor." Hurafeci fetiş GÜLEN'in, öğrenci değişim programlarıyla, gençlerimizin zihinlerini misyonerlere açmak istemesi, ilginç ve düşündürücüdür...
Çok yönlü yıkım olan, "dinler arası diyalog" tezgâhına bilimsel açıdan bakacak olursak diyebiliriz ki; aklı olan özneler arası, diyalog olur; "dinler arası diyalog" olmaz. Çünkü dinler, özne değildir. Dinlerin olmazsa olmaz ilkeleri vardır ve meraklıları bunları araştırıp öğrenir; onaylarsa o dine inanır; onaylamazsa o dine inanmaz. Dinlerin, iletişim kurarak birbirini anlaması ve birbirine benzeştirilmeye çalışılması söz konusu olamaz. Bu denendiği takdirde, uzun vadede, İslam dininin değiştirilmesi ve bozulması gerçeğiyle karşılaşırız. Nitekim "dinler arası diyalog" kepazeliğiyle, Vatikan'ın amacı budur. Vatikan, "dinler arası diyalog"la, İslam'ı iğdiş ederek, Müslümanların vicdanlarıyla oynayacak ve onları, kararsız, tereddütlü, başıboş, savruk hâle getirirken; coğrafyalarını, emeklerini sömüreceği gibi, zaman ve enerjilerini de ziyan edecek...
Kısacık makalemizde, nur tarikatının karanlık özetini bu şekilde verdikten sonra, yazının başlarında bahsettiğimiz Vatikan Cizvit Seksiyonu sorumlusu, İstanbul Bediüzzaman ve "medeniyetler arası diyalog" konferansları katılımcısı MİTCHEL, elbette daha fazlasını biliyor...
1907 yılında İstanbul'a giden hurafeci Said Nursî, verdiği dilekçede, Beytüşşebap, Sason ve Van'da, bölücü dilde eğitim veren okulların kurulmasını istedi. Günümüzde, Mardin'deki Artuklu Üniversitesinde, bölücü dili ve edebiyatı fakültesinin kurulması oldukça anlamlı değil mi? Hurafeci-bölücü Said Nursî'nin yıkıcı özlemi bu şekilde gerçekleşirken, Isparta'nın Eğirdir'e bağlı Barla Beldesi'nin girişine konulması planlanan 'Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin yaşadığı topraklardasınız' yazılı tabelayla itibarının iade edilmeye çalışılması da hayli düşündürücüdür. Yukarıda, sömürgecilerin, hurafecilere, dinsizliğe karşı işte sizinle beraberiz diyerek içlerini haçlılara ısındırdığını yazdık. Hintli tarihçi Feroz AHMAD ise "Demokrasi sürecinde Türkiye" isimli kitabının 459. sayfasında şöyle yazıyor: "Berlin'deki Risale-i Nur enstitüsü; Almanya, Hollanda ve Amerika'nın mali desteğini alarak Türkiye'de dağıtılmak üzere propaganda malzemesi üretiyordu. Risale-i Nur enstitüsüne, Hollanda'dan yapılan yardımlar, sermayesinde çoğunluğu Hollandalıların elinde bulunan, bir petrol şirketince; yani Shell grubu tarafından yapılmaktadır." Şimdi anladınız mı hurafeci Said Nursî'nin, ölmüş olmasına rağmen, her geçen gün hurafe karalaması Risale-i Nur'unun, neden daha da kalınlaştığını. Çünkü toplumun hurafelerle iyice kafasının karışması için, Said Nursi öldükten sonra da, propaganda malzemeleri, hurafe karalaması Risale-i Nur'a eklenmeye devam etti...
Yazı dizimizin ana düşüncesi olan ve insanlık düşmanı sömürgecilerin, insanlığa karşı kullandığı hurafeci ve bölücülerin ortaklığından biri ÖCALAN'ın da, hurafeci fetiş GÜLEN gibi, Papa'ya mektup yazmış olmasıdır...
Bölücü ÖCALAN, mektubunda şöyle yazıyor:
"...Roma kentinin kutsallığı, Avrupa'nın kapısı durumunda olması, benim büyük zulüm dünyasından san pietro tarzı bir hareketle buraya kadar, Roma'ya, Vatikan'a kadar ulaşmama yol açtı...
...Şunu hemen belirteyim ki Ortadoğu'dayken Halep metropolü ile çok değerli ilişkiye sahiptim...
...Ben, eşitliğin, barışın, hümanizmin, Hıristiyanlığın temel amaçlarından olduğunu biliyor ve inanıyorum...
...Biliyorsunuz ki Hıristiyanlık azizleri, Ortadoğu kökenliydiler ve ilk kutsal kiliseleri burada kurmuşlardır. Bu dönemin ilk Hıristiyan halkları da Asuri ve Ermenilerdi. Kısmen kürtler de bu dönemin ilk Hıristiyan halklarındandır. Doğduğum köyde ve ilkokulu okuduğum köyde, bu kiliselerin kalıntıları duruyordu. Birisini cami yapmışlardı. Buna sevinmemiş, bu büyük uygarlık neden bu hale gelmiş diye, o çocuk halimle üzülmüştüm...
...Türk barbarizmi tarihte biliyorsunuz; hem batı, hem doğu roma imparatorluğunu yıkarak, büyük bir Hıristiyanlık düşmanlığını, Anadolu'da, tüm Ortadoğu hatta balkanlarda geliştirdi. Avrupa'da bunun izleri sabittir ve devam ediyor...
...Kürtlerin de durumunu biliyorsunuz; dehşet içinde kendilerini İtalya kıyılarına vurdular. Bu zulme, vahşete karşı çıkmaya çalıştım. Uzun süredir adeta tek başıma direniyorum..."
ÖCALAN'ın, Papa'ya bahsettiği zulüm dünyası; kamplarda tecavüz ettiği genç kızlar ve köyleri basarak, yakıp-yıkarak öldürdüğü hamile kadınlar ve bebekler; sakın olmasın. Ayrıca, Halep metropolü ile temas hâlinde olması, sömürgecilerin, bölücülere sadece silah ve teori desteği değil; aynı zamanda manevi olarak da yakınlık gösterdiklerini kanıtlıyor. ÖCALAN, "Ben, eşitliğin, barışın, hümanizmin, Hıristiyanlığın temel amaçlarından olduğunu biliyor ve inanıyorum." Derken, herhâlde hafızasını kaybetti ki, son 500 yılda sömürgecilerin, Amerika'da yerlilere yaptıklarından başlayarak, dünyanın değişik kıtalarındaki insanlık kıyımlarını hatırlamıyor. Ya da bölücü hayranlarının söylediklerinin aksine, ÖCALAN entelektüel değil; zır cahil birisi. Peki, ÖCALAN'ın çocuk hâliyle, cami yapılan kiliselere üzülmesine ne demeli? Nasıl bir diplomatik dil böyle? Merak etmeyin; biz, sizdeniz ve buraları alınca özlemlerinizi gerçekleştireceğiz mi demek istiyor? Yoksa; bizden bu kadar; artık siz de haçlı ordusunu devreye sokun da buraları ortaklaşa kullanalım mı demek istiyor?
Barbarın eşsiz bir örneği olan ÖCALAN'ın; kudurmuş sömürgecilere karşı göğsünü siper eden ve insanlık için mücadele eden Türkleri; barbarlıkla suçlamasına diyecek hiçbir şey yok. Ancak son ifadesinde, başının döndüğü, feleğini şaşırdığı, akıl hastası olduğu, tam olarak kanıtlanıyor. ÖCALAN, son ifadesinde, bölücülerin dehşet içinde kendilerini İtalya kıyılarına attığını söylerken; kimlerden bahsediyor? Ne zaman oldu bu olay? Ülkemiz, açılım saçmalıklarıyla ve bu deliyle uğraştırılarak sizce de zaman ve enerji kaybetmedi mi değerli okur?
Siz; yeteri kadar düşünmeyen seçmenler; bu bölücü zırvalıklara müsaade eden siyasi partilere daha ne kadar oy vereceksiniz? Büyük muhasebenin, zamanı gelmedi mi?
Devam edecek...
Deniz KAÇAĞAN