İngiliz matematikçi düşünür Bertrand RUSSELL, “Göreceliliğin A B C’si” isimli kitabında şöyle yazıyor: ‘Herkes, EİNSTEİN’in görecelik kuramıyla çok iyi bir şey yaptığını söyler; ancak, ne yaptığını çok az kişi bilir.” Bu ifade gösteriyor ki, sıradan, ortalama genel insanlar, iyi olduğunu “Zannettikleri” şeyleri; o konuyu bilenlerce küçümsenmemek için, o konuyu bilmeden överler. Ancak “zanna” dayalı bu tutum tamamen yanlıştır; iyi olduğunu zannettiğimiz şeyler pekâlâ kötü olabilir. İnsan, “bilmeden” olumlu ya da olumsuz hiçbir tepki vermemelidir. İnsanın, tüm tavır, hareket, eylem, iş, oluşları “bilgiyle” olmalıdır. İlk önerisi “oku” olan bir kitabın inananları olmamıza rağmen, kitap okumuyor, gerçekleri kanıtlarıyla öğrenmeden, anlamadan, herkes bir şeyler hakkında uzmanmış gibi görüş bildiriyor…

 

Özgün yaratıcılıktan yoksun, esersiz ve kendilerini satarak hayatlarını kazanan öğretim görevlileri, gazeteci ve bilumum hurafeci bölücü siyasetçiler; yazdıklarımızı anlamak istemeyeceklerdir. Biz bu makalemizde, demokrasiyi anlayamayanlar için, kreş çocuklarının anlayabileceği şekilde, açık ve sade yazacağız…

 

Demokrasi en başta, insanın, diğer insanlara zarar vermeyecek düşüncelerini özgürce ifade etmesidir. Yani söylenenin aksine demokrasi, henüz eyleme dönüşmeyen her görüşün, bodoslama ifade edilmesi değildir. Belirttiğimiz: 'diğer insanlara zarar vermeyecek' düşüncelerini, yine zarar vermeyecek şekilde, nasıl ifade edeceğini ve bu 'zararsız düşüncelerin' ne olduğunu, nereden bileceğiz? Tam burada, özgür bir şekilde kendini ifade etmek isteyen kişi; düşüncelerini ifade ettiği anda, düşüncelerinin yararlı (tutarlı) veya zararlı olduğunun anlaşılması için ‘kendi içinde önceden’ eleştirileceğini kabul etmesi ve bunun yapılmaması durumunda bile, eleştirilmeyi bizzat istemesi gerekmektedir. Sonunda, tutarlı ve insanlık için yararlı olan görüşe uzlaşarak karar verilecek. Devamında insan, demokrasi gereği akılcı ve bilimsel düşüncelerini, somut etkinliğe dönüştürmek için, grup (parti) oluşturulur…

 

Bilgi birikiminden yoksun; uyuşturucu [1], silah, organ tüccarı; kamplarda kızlara tecavüz eden ve muhalif militanlarını infaz eden birilerinin yaptığı gibi; kanlı terör örgütünün temsilciliği demokrasi değildir. Demokrasi ortamında siyaset; hukuk, eğitim, iktisat teorilerinin toplamıdır. Bu alanlarda ayrı ayrı fakat toplamda birbiriyle uyumlu teori oluşturursunuz. Oluşturulan teori, topluma tanıtılır ve toplum tarafından onaylanırsa yetkilendirilirsiniz...

 

Parti; karar verme mekanizmalarını belirleyen seçim etkinliğine katılır ve çoğunluğun oylarını alan yetkilendirilmiş olur. Ancak burada da,  görüşlerin ifade edilmesinde olduğu gibi; seçim sonrasında yetkilendirilenlerin icraatlarını denetleyecek olan kurum ve işleyişler vardır. Yani demokraside, hiç bir şey başıboş, rastgele, keyfi olamaz! Yetkisi, makamı her ne olursa olsun, her an, her şey, döngüsel denetime tabidir. Demokraside, anayasaya uygunluk, kamu yararına olduğuna dair gerekçe gösterilmeden hiçbir icraat gerçekleştirilemez. Öyle ki, hukuksuz ve kamu zararına olacağı önceden fark edilen uygulama örneği, icraata geçmeden denetçi kişi (müfettiş) veya kurum tarafından önlenir. İşte burada, güçler ayrılığı devreye girerek; herhangi bir görevle yetkilendirilen “her” kişi veya kurum, bir başka kişi (müfettiş) veya kurumla denetlenir…

 

Özetle demokrasi, apaçık aklî, bilimsel düşüncelerle uzlaşarak karar verilen veya ihtiyaç duyulan doğruluğu ispatlanan yararlı görüşlerin, uygulamaya yönelik hukukî-felsefi işleyiş düzeninin adıdır. Demokrasinin, bireyin nerde doğduğu (bölgecilik), nasıl doğduğu (renk-cins), kimlerden olduğu (kan-ırk) ile hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü birey, bunları, kendi özgür iradesiyle belirleyemez. Bilgi birikimi olan gelişmiş birey, sömürgeciler istiyor diye, kimlik tanımını irade dışı şeylerle zaten yapmaz. Demokrasi, bireyin özgür iradesine ait; bizzat kendi özgür iradesiyle belirleyip gerçekleştirebildiği, eleştiriye açık tüm olanaklardır. Demokrasinin toplumsal yönü ise, her alan için özel kurum oluşturarak, o alan için, en ehliyetli kişinin ilgili kurum tarafından atandığı; akla, bilgi birikimine, ehliyete, yetkinliğe dayalı; uygulanan hukuk kurallarının tümüdür…

 

Oysa toplumumuzda, çok önceden devam ede gelen ve hurafeci AKP’yle daha da ağırlaşan bir hastalık olarak; bilgi, ehliyet, yetkinlik, değil; akrabacılık, hemşericilik, partizanlık gibi değişik adlarla andığımız; torpil, adam kayırma keyfiliğinden hukuksuzluklar gerçekleşmektedir. Böylece, hem bilen insanların hakkı yenerek bireye haksızlık edilmekte; hem de bilgisiz, yetersiz, kişiler yetkilendirilerek, iş kalitesi düşük bireyler aracılığıyla, topluma bozuk eylemlerle zarar verilmektedir…   

 

Günümüzde hurafeci hükümet, demokrasi konusunda ne kadar samimidir? Örneğin, hurafeci iktidarın, demokrasiye aykırı şekilde, güçler ayrılığını ihlal ederek; adalet bakanının HSYK başkanı olması ve anayasa mahkemesi üyelerinin çoğunluğunu siyasilerin ataması, hukuku mutlak siyasete bağımlı yapmıyor mu? Elbette ki yapıyor! Yasamanın görevi kanun çıkarmaktır; çıkarılan kanunun, kimler tarafından uygulanacağını belirlemek değil. Örneğin, çıkarılan yasaları uygulayan hukukçular; yasa yapıcılarını belirliyor mu? Tabii ki hayır. Ancak hurafeci hükümetin, çıkarılan yasayı, uygulayacak hukukçuyu belirleyen icraatlarından hareket edersek, yasa çıkaracak kişiyi de, yargıçların belirlemesi gerekir…

 

Demokraside, şeffaflık ve bilgiye erişim de olmazsa olmazlardandır. Doğru düşünebilmemiz ve uygulamaya dönük yararlı görüşler üretebilmemiz için, tüm olanları (şeffaflık gereği) bilmek zorundayız. Ne yazık ki internetin bazı zararlı yönleri bahane edilerek; gerçekte, iktidar aleyhindeki doğru bilgilere erişim, demokrasi konusunda samimi olmayan hükümet tarafından engellenmektedir. İktidarın, demokrasi konusunda samimi olmayan tavrını kanıtlayan bir başka örnek de hükümetin icraatlarını, devlet sırrı kapsamına alıp 70 yıl kapalı tutmak istemesidir. Demokrasi gereği, bizim için neyin yararlı ve zararlı olduğunu, bu bilgilere ulaşmadan nasıl bileceğiz? Hurafeci hükümet, ihanetlerini gizleyerek ve toplumumuzun bilgilenmesini önleyerek suç işlemektedir. Bir başka hukuksuz örnek ise, hurafeci başbakanın yetkilendirdiği istihbaratçıların suç işleseler dahi başbakanın izni olmaksızın yargılanmasını önleyen kanunun çıkarılmak istenmesidir. Hukuk karşısında herkesin eşit olduğunu; sanırım tartışmaya bile gerek yok. Öyleyse, suç işlediği iddia edilen veya kanıtlanan kişi için, savcılar neden başbakandan izin alsınlar...

 

Dünyanın gelişmiş ülkelerinde, toplumu bilgilendirdiği için, demokraside medyanın işlevi de önemsenmektedir. Güzel ülkemizde maalesef; demokrasinin bu özelliğini ara ki bulasın. Medyada, sermayedarların ve hükümetin “tek-elleşmesi” yetmiyormuş gibi; üçüncü dünya ülkelerinde bile görülmeyen bir ilkellikte; hurafeci başbakan, medya baronlarını karşısına alıyor ve hangi haberi nasıl yapacaklarına dair telkinlerde bulunuyor. Medya baronları da ihale almak için, al-gülüm ver-gülüm kısa paslaşmalarından memnun bir şekilde toplantıdan ayrılıyorlardı…

 

İleri demokrasi bağlamında, bölücü sivil anayasa oyunu

 

İşlerine geldiği konularda örnekler verdikleri ve kendilerinden emir almayı pek sevdikleri batıda; işler böyle yürümüyor. Akılcı, bilimsel yöntem ve yönetimlerin, kurumsallaşarak yerleştiği sömürgeci batıda; kancı (ırkçı), hurafeci (mezhepçi) tutum, tavır ve tarzlar, toplum tarafından komik görülmekle beraber; devlet tarafından da tehdit olarak algılandığından, istenmemektedir. Dolayısıyla sömürgeci kudurmuş batı, kendi içinde, hastalıklı bu ilkel anlayışları neredeyse yüzyıllar önce en aza indirip etkisiz hale getirirken; kendi dışındaki toplumların gelişmesini önlemek için; akıl ve bilim dışı bu ilkel fantezileri, demokrasi diye sömüreceği toplumlara ihraç etmeye çalışmaktadır. Ülkemizde de, akıl, bilim, kitapla (kur'an'la) hiçbir zaman barışmayan hurafeciler; kendilerini bulundukları konuma getiren, sömürgeci odaklara yaranabilmek ve bulundukları yerde kalabilmek uğruna; sömürgecilerin bu hastalıklı kanlı ihraç oyununa alet olmaktadırlar. Oslo görüşmelerinden hatırlayacağımız gibi, hakem devlet temsilcisi, hurafeci ve bölücülere şöyle diyordu: '...sizi burada biz topladık; aponun düşünceleri, mecliste görüşülmelidir...'  Aynı görüşmelerde hurafeci başbakanın 'sır küpüm' dediği en yetkili temsilcisi olarak bulunan Hakan FİDAN: "...ERDOĞAN ile önderiniz ÖCALAN bölgeye ve ülkeye vizyonda %95 aynı şeyleri düşünüyor..." şeklinde konuşarak; bölücülerle hurafecilerin, ne kadar ortak olduklarını ve sömürgeci oyunda kullanıldıklarını ve içlerindeki kanlı demokrasiyi itiraf etmiş oldu…

 

Anımsayacağımız gibi Apo, gerçekleştirdiği pek çok şiddet eyleminin ardından: “Öldürelim, otorite olalım” açıklamalarını yapıyordu. Sonra da, öldürdüklerinin güya temsilcisi pozunda ortaya çıkıyor, hurafeciler de ülkemizi bölme uğruna bu temsiliyeti benimsiyordu. Peki; öldürenler öldürdüklerini temsil ettiklerini iddia edebilirler mi? Öldürenler, şiddetli suç işlediklerinden, hukuk devleti açısından, cezalandırılmalıdırlar. Hükümet, şiddet eylemcisini, demokrasi havarisi gibi görüp suçlularla masaya oturup, kanlı anayasa yazma girişiminde bulunarak; suçlularla, suç ortaklığı yapamaz! Devlet memurunun (hükümetin) zorunlu görevi, masum insanını, şiddet eylemcisinden korumak ve kurtarmaktır...

 

Tarihte, Arap’ın, Fars’ın ve Türk’ün bazılarına yakıştırma yollu olan “kürt” sıfatını; günümüzde, sırf bölücülük için, ayrı bir halk/etnisite adı gibi öne sürmek antropoloji, arkeoloji, dil ve tarih cehaletinden başka bir şey değildir. Şayet, tüm bu belirtilen, bilimsel alanlardan haberdar olarak bu yalanlarda ısrar ediliyorsa o zaman da kasıt var demektir. Ayrıca, bilimsel değil de, sırf duygusal nedenlerden bu yanlış adlandırmayı kullananlar veya bu yanlış adlandırma altına sığınarak kendilerini öyle ifade edenler; bir halk/etnisiteyi değil gerçekte psikolojik yabancılaşma hastalıklarını ifade etmektedirler. Bu bir kimlik bunalımı konusudur ve klinik vakadır. Aslını unutmuş, kendine yabancılaşmış; kendini yüksek edebî, felsefî, sanatsal, estetik ve aklî yollarla gerçekleştiremeyen, yaratıcılıktan yoksun her bunalımlı bireyde, böyle fantezi grup adlarına sığınma hastalığı görülür. Yüksek edebî, felsefî, sanatsal, özgün yaratıcı eylemlerle; evrensel, kalıcı, zamanı aşan eser vererek bireyin kendini gerçekleştirebilmesi için; ona akılcı bir devlet düzeninde özgür bir ortam sağlamak yerine; sömürgecilerin çıkarları öyle gerektiriyor diye, neden bir yabancılaşma hastalığını, bireye kimlik diye sunalım? Bu hem bireyi törpüleyip örseler (zaman ve insan kaybı) hem de insanlık sucudur…

 

Demokrasi, katillerin (Apo), hamile kadınları, kızları, çocukları öldürerek, istediklerini alabilecekleri bir siyasi işleyiş değildir. Böyle olursa, herkes şiddete başvurarak istediğini alabileceği örneğinden hareketle hukuka aykırı bir durum ortaya çıkar ve şiddet kural olur. Ayrıca, bizzat hükümet, siyasi icraatlarıyla (Şiddet suçu işleyen terör örgütüne verdiği tavizlerle, bozguncu, yıkıcı icraatlarıyla), olağan hukuk kurallarının işlemesini önleyerek şiddet suçlularının cezalarının verilmesi yerine; şiddet suçlularına istedikleri tavizleri vererek ödüllendirdikleri için; hükümet de insanlık suçu işler ve bu durumda her iki taraf cezalandırılmalıdır…

 

Güzel ve yalnız ülkemizde maalesef son çeyrek yüzyılda, yaşadığımız terör belasını, askeri yönden tam bitirmemize rağmen (örneğin, 1999-2005 arası, silahlı olarak terör tam bitirilmişti.) dış destekçilerine, iktisadî, diplomatik ve hukukî gerekli cezaların verilmediğini üzülerek görüyoruz. Bu gerçekleri yazanlara karşı, bazıları hemen, sömürgeci stratejistlerin kendilerine ezberlettiği şu yalanları tekrarlıyorlar: "inkâr ve imhayla bu sorun çözülemez." Öncelikle bilinmelidir ki, biz inkârcı değiliz; çünkü olan bir şey inkâr edilirse, inkârcı olunur. Olmayan bir şey inkâr edilemez. Ayrıca; sömürgecilerin maşası bölücü terör örgütünün icabına bakılması için, elbette imhacı olunmalıdır. Bölücülüğü imha uygulaması da, şu şekilde sıralanmalı: "önce, uluslararası desteklerden bölücüler yalıtılmalı; sonra imha edilmeli." 2002 yılına kadar ülkemiz, bölücüleri sadece imha etti; ancak; bölücüleri uluslararası destekten yalıtmadı; bu da, her imha sonrasında bölücülüğün tekrar yeşermesine neden oldu. Yani; bölücülükle, askeri alanda başarılı bir şekilde mücadele edilirken; uluslararası ittifaklar nedeniyle siyasiler kökten kararlar uygulamadı...

 

2005 yılında, Diyarbakır’da uluslararası güçlerin Tayyip’in kulağına sufle ettiği konuşmada: ”Kürt sorunu vardır ve bu benim sorunumdur” demesi; PKK’nın azdırılmasına ve bir varlık olarak devletin karşısına çıkarılmasına neden oldu. Bu hukuksuzlukların ve tavizlerin sonucunda, bölücüler, Demokratik Toplum Kongresi düzenliyor; kendi marşını çığırıyor, paçavrasının yanında BARZANİ posterini ülkemizde açarak; devlete meydan okuyor. Tüm bunlarla, anayasamız defalarca çiğnenirken; hurafeci hükümet PKK’yı cesaretlendiriyor, savcıların dava açma dirençlerini kırıyor. Öyle ki, hurafeci arsız bir herif: “İstedikleri her şeyi vereceğiz” anlamında konuşarak, terörün kanlı eylemlerini ödüllendirmekte; adeta terör örgütünün psikolojik operasyon elemanı gibi çalışarak, anayasada hangi maddelerin yer alabileceğine dair, önceden işaret fişeği yakmaktadır…

 

Deniz KAÇAĞAN

 

Kaynak:

[1] http://gundem.bugun.com.tr/pkk-her-asamasinda-yer-aliyor-haberi/955304