Vatandaşların karşısına her anlamda birbirinin karşıtı olarak iki aday çıktı. Bu bağlamda yurttaşlar karakter, mizaç ve yapı olarak birbirinden taban tabana farklı iki kimliği oyladı. Ortaya çıkan sonuç, içinde bulunulan toplumsal halet-i ruhiyeyi göstermesi bakımından hayati öneme haizdir.
Vatandaşlar aslında onayladıkları adaylar nezdinde neyi istediklerini, neyi önemsediklerini ve neyi dışladıklarını da ortaya koymuş oldular.
Zira halkın karşısına iki aday -birbirine taban tabana zıt- iki büyük tercih olarak sunuldu. Yurttaşlar bu adayları ve söylemlerini ne kadar onayladıklarını verdikleri oylarla ortaya koydular.
Erdoğan’a verilen oylar aynı zamanda onun rakipleri için yaptığı değerlendirmeleri de onaylamak anlamına gelmektedir.
Erdoğan, bütün televizyonlarda ve miting alınlarında sürekli konuşan, pervasızca rakiplerine suçlayan, kendi kendine öfkelenip bağıran, hakaret eden bir kampanya yürütmüştür. Siyasi rakiplerine aşağılayarak hitap etmiştir. Bu anlamda kullandığı bazı sıfatlar şunlardır: ‘Monşer’, ‘Saksı’, ‘Vazo’, ‘Çarkçı’, “Tuzluk” vb.
Erdoğan’ın rakiplerini nasıl gördüğünü seçim öncesinde ve seçim sürecinde ifade ettiği şu söylemlerle açıkça ortaya koymaktadır: “İnlerine gireceğiz!”, “Cadı avı yapacağız”, “İstiklal Mücadelesi yapıyoruz”, “Yuh çekersen tokadı da yersin”.
Erdoğan’a verilen destek onun bölücü, ayırıcı ve kutuplaştırıcı tavrına da verilen destektir!
Zira Erdoğan, seçim sürecindeki hemen her konuşmasında, etnisiteye, mezhebe, bölgeye ve cinsiyete özellikle vurgu yapmıştır. Kullandığı ayrımcı dil ile karşısındakileri Sünni, Alevi, Zaza olarak kategorize etmiş ve rakiplerine ‘mezhebinizi açıklayınız’ dayatması yapmıştır. Adayların kendi mezhebi ve etnisitesiyle siyasete dahil olmasını adeta dayatmıştır. Ona verilen oylar onun bu tavrının onaylandığı anlamına da gelmektedir.
Daha bütünsel anlamda Erdoğan’a verilen oylar gerçekte Türkiye’yi Erdoğan’ın vesayeti altına sokmayı amaçlayana projeye verilmiş bulunmaktadır.
Zira Erdoğan, mevcut anayasayla yetinmeyeceği ve özellikle yetki konusunda yeni anayasa arzusunda olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Mevcut Türkiye’yi “statüko” olarak ifade ederek “Yeni Türkiye” talebini yüksek sesle dile getirmiştir. Parlamenter sistemi eleştirerek “Başkanlık Sistemi”ni geçileceğini söylemiştir. “Köşk’e çıkarsam tam yetki kullanırım”, “Yorulan, koşan ve terleyen bir cumhurbaşkanı olacağım” söylemleri bu arzunun somut ifadeleri olarak ortaya konulmuştu.
Hem Başbakanı hem de Cumhurbaşkanını halkın seçtiği yapısal olarak çatışmaya elverişli sistem Erdoğan tarafından kullanılmıştır. Tayyip Erdoğan açıkça Türkiye’yi sistem değişikliğine götüreceğini hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde açıklamış bulunmaktadır. Bu sistem değişikliği eğer gerçekleşirse, hemen tüm kurumların, hukuk algısının, güçler ayrılığı ilkesinin ve uygulamalarının ağır hasar göreceğinden kimse kuşku duymamalıdır.
Erdoğan’ın tutum, tavır, uygulama ve görüşleri dikkate alındığında, onun Türkiye’yi ‘tek adam’yönetimine, iktidarını şahsileştirmeye ve yönetimini de mutlaklaştırmaya çalıştığı görülür.
Halbuki, kuvvetlerin ayrılığının olmadığı yerde demokrasi de yoktur. Tayyip Erdoğan ise kuvvetlerin ayrılığını “ayağında pranga” olduğunu açıkça söylemişti. İktidarı belirleyen üç kuvvetten bahsedilmektedir. Bunlardan birincisi yürütmedir. Yürütme hükümet üzerinden bizzat Erdoğan’ın kendisidir. Yasama ise TBMM’deki AKP’nin üstünlüğü bağlamında Erdoğan’ın iradesidir. Yargı ise son değişikliklerden sonra HSYK kanalıyla Erdoğan’ın kayıtsız şartsız kontrolü altına girmiştir.
Günümüzde iktidarın istemediği herhangi bir soruşturmayı açan savcı ve iktidarın hoşuna gitmeyen kararı veren yargıç ânında görevinden uzaklaştırılıyor. Dördüncü kuvvet olarak ifade edilen medya ise Erdoğan’ın talimatlarıyla gayri meşru biçimde bizzat oluşturulmuş havuz tarafından biçimlendirilmektedir.
Sonuçta AKP’nin adayına verilen oylar; Türkiye’yi ve Anayasayı Erdoğan’ın vesayeti altına sokmak için verilmiş oylardır! Bu amaca hizmet edecektir!