Halk tarafından seçilmiş olsa bile bir kesimin siyasi zihniyetinin, bütün erkleri kendi tekeli altına alması demokrasinin ruhuna aykırıdır. Demokratik iktidar, kendisini dengeleyecek olan kurumların hem sınırlandırması hem de kontrolü altındadır. Demokratik iktidarlar bu manada güçlü bir fren/denge sistemine sahiptirler. Kuvvetlerin ayrılığı ve dolaysıyla hukuk devleti böyle bu olgunun yan ürünüdür. Sir William Blackstone şöyle der:  “Zulme dayalı bütün hükümetlerde, kanun yapma ve uygulama hakkı, aynı şahıs ve aynı grup üzerinde toplanmıştır. Bu iki gücün birleştiği yerlerde hürriyet olamaz.” 
Demokrasilerde iktidarlar milli egemenliğin tamamını kullanırlar ama hiçbir zaman milli iradenin kendilerinden ibaret olduğunu iddia edemezler. ’Ben her şeyim, her şey benim’anlayışı demokratik sistemin özüne terstir.
İktidar sahipleri zor kullanmayı tekelinde tutar. İktidarın doğasında baskı vardır. Maurıce Duverger’in dediği gibi ‘her iktidar bir baskı aracıdır’ve ‘iktidarı elinde tutan doğal olarak onu kötüye kullanmak eğilimindedir. Aydın kafalı bile olsa zorbanın iyisi olmaz’.
Baskının tekelini elinde tutan iktidar sahiplerinin ’kendi, iradesini zorla başkalarına kabul ettirmeye, yine kendi çıkarlarını, kendi tercihlerini, kendi fikirlerini ve kendi tutkularını öne çıkarmaya çalışırlar. Bu insan bencilliğinin doğal sonucudur. 
Asırların ötesinden bugüne seslenen Platon “Devlet” adlı eserinde demokrasinin -kötü uygulamasını- ironi yaparak şöyle eleştirir: “Kendimize halkın dostu dedirtmek yeter; bütün şerefler kazanılır bununla.” “Saygısızlık nezaket olur, kargaşalık hürriyet, israf cömertlik, yüzsüzlük de yiğitlik.”  “Hayvanlar bile bu devlette başka her yerdekinden daha hürdür; o kadar ki, insan gözleriyle görmese inanmaz...” 
Demokrasiye karşı çıkan Aristoteles,  “Politikaya Giriş”  adlı eserinde faturayı halka kesip şöyle diyecektir: “Demokrasi, halkın hukuk ilkelerini hiçe sayarak, sayı çoğunluğuna dayanarak dilediğini yapmasıdır”. Bu sebepten olacak  “Egemenlik” kavramının nazariyecisi Jean Bodin, “Devletin Altı Kitabı” nda: “Demokrasilerde rüşvet, adam öldürme, ahlâksızlık yaygındır. Bu hastalıklar demokratik dev\-letlerin ortak özelliğidir” deyip demokratik sistemleri reddedecektir. Bodin, adeta Türkiye örneği gibi olgular yüzünden demokrasi düşmanı olup çıkmıştı. 
Alphonese de Lamartine ise Demokrasi ve Cumhuriyeti şöyle tanımlar: “Demokrasi ve ulus deyince, bir halkı tüm sınıflarıyla, tüm yaşam biçimleriyle, tüm meslekleriyle düşünmek gerekir. İşte demokrasi, işte demokratik cumhuriyet”. 
Lamartine, görüşlerini örnekleyerek sınıfların imtiyazlara ayrılmasının karşısına ‘ulusun birliği’ni, Aristokrasi denilen tepeden yönetmek ve demagoji denilen aşağıdan yönetmek yerine de ‘hükümetin evrenselliği’ kavramlarını koyar. 
Ardından da demokratik cumhuriyet olgusunu şöyle tanımlar: “Biz ne aristokrasiyi seçtik ne de demagojiyi. Aristokrasi uygar ulusların aşağılanmasıdır, demagoji ise uygar ulusların öldürülmesi, parçalanması ve yutulmasıdır. Demokratik cumhuriyet, aristokrasiyi de demagojiyi de reddeder. Demokratik cumhuriyet ulus bünyesinde iki, üç, on halk yaratılmasını reddeder, ulusu tek halk olarak kabul eder.”
Asırlar sonra Bernard Shaw hukuk ve demokrasiyi, ‘memnuniyetsiz kitleler için yegâne umut kapısı, biricik teselli sarayı’ olarak tanımlar. Hukuk ve demokrasinin toplumu memnun olunmayan bir gücün iktidarını ‘sınırlayıcı ve farklılıkları koruyucu liman, toplumsal kaoslara karşı paratoner’ olarak niteler. 
Partizan, yozlaşmış, yolsuz ve hukuksuz bir siyasal iktidardan umudunu kesen kitleler için hukuk ve demokrasi kapısı da kapatılırsa, elbette ki felaket ve kaosu beklemek gerekir. 
‘Astığım astık, kestiğim kestik’ modelini demokrasi söylemi  içinde ‘dediğim dedik, dayattığım  yasa’ biçimine çevrilmesi barış değil çatışma getirir.
Türkiye’de mevcut onlarca farklı siyasal ve sosyal çıkar gurubunu bir arada ve dengede tutabilecek tek formülü vardır. O da iktidarı dengeleyecek hukuk devleti ve demokrasinin gerçek anlamda yerleşmesidir.