Bürokratik devletin artık yollarını ayırdığı gönüllü alternatifini tasfiye etmek amacıyla başlattığı postmodern cadı avı, devlet krizine dönüştü. Yürütme ve Yargı erklerinin birbirine düştüğü kaosta, cemaatin hatalarından önce hükümet kanadının hatalarını sayalım. 


Kavga Başbakanlık makamında yuvalanan böcekle başladı. Hükümet bu böceği kimin yerleştirdiğini ortaya çıkaramadı. Hükümet; 7 Şubat’ta MİT Müsteşar ve yardımcılarının ifadeye çağrılması, 17 Aralık tarihli rüşvet ve yolsuzluk operasyonu ve son olarak Bilal Erdoğan’ın da şüpheliler arasında bulunduğu ancak Adalet Bakanlığı ile Başsavcılığın girişimiyle engellenen soruşturmayı uluslararası bir komplo olarak nitelendirdi. Fakat olaylardaki dış bağlantılar ile içerideki uzantıları ilan ettiği cemaatin rolünü delilleriyle açıklığa kavuşturamadı. Hükümet Gezi olaylarını cemaatin başlattığı iddiasına dahi inanılmasını bekleyince ister istemez güven erozyonuna uğradı.
Karşımızda yolsuzluk ve rüşvet olayları karşısında, sıkıştığı zaman uluslararası odaklar ve yerli işbirlikçilerini suçlayan, komplo teorilerine arkasına sığınan bir hükümet tablosu çıkıyor. Peki yabancı devletler ve ajanları olayların perde arkasındaysa o zaman devletin istihbarat teşkilatları ne iş görüyor?


Emniyet birimlerinde 2 bin kişi sadece zan üzerine görevlerinden uzaklaştırılıyor. Kurtuluş Savaşı yılları ve devrim dönemlerinin atmosferinde,  “Sanıkların idamına, tanıkların bilahare dinlenmesine” diyen İstiklal Mahkemeleri’nin bile dönemin şartları göz önüne alındığında daha insaflı hüküm verdiği söylenebilir! Hükümetin “istikbal mahkemeleri” , “önce cemaatin infazı delillerin daha sonra toplanması” mantığıyla yargılamadan cezalandırıyor.
Yolsuzluk ve rüşvet iddialarının üzerine giderek kendisini arındırmasını beklediğimiz hükümet suçlu psikolojisi ile davranıyor. Panik içinde, patlayan yamaların üzerine daha büyük örtüler atsa da bunların dikiş tutup tutmayacağından kendileri bile emin değil! Yine de itiraf etmek gerekir ki, hükümet PR konusunda profesyonel çalışıyor.
Cemaat ve tarikatların yanısıra insan hakları ve yardım teşkilatlarını adeta devletleştirdi. Şimdiye kadar halktan topladıkları paralarla zar zor ayakta kalmaya çalışan sivil toplum kuruluşları çeşitli yardım, destek ve teşviklerle ayağa kaldırıldı. Çoğu itibariyle devletten ilk kez iltifat gören STK’lar ise kendilerini ihya eden hükümete ya gönülden ya da kasasından bağlandı. Görünüşte çok normal bir uygulama neticesinde;  “bir hırka bir ekmek”  diyen topluluklar  “rızkını devletin kesesinden” sağlayınca akıllarını da hükümetin cebine koydu.


Yalnızca STK’lar değil, medya da siyasi yandaşlıktan öte tavır almak zorunda kaldı. Son dönemlerin büyük ihalelerinden pay alan holdingler medyaya da girdiler yahut girmek durumunda kaldılar. Güçlü hükümet karşısında bağımsızlıklarını koruyamayan gazete ve tv’lerin yayın politikaları da basın emekçilerini baskı altında bıraktı. 


Hükümetin en büyük yanılgısı, askerlere yönelik operasyonlarda ve çözüm sürecinde rahatça  “günah keçisi” ilan ettiğini cemaatin dershanelerin kapatılmasına bu kadar direnebileceğini hesap etmemesiydi. En önemli insan kaynağını kesmeye kalkıştığı Hizmet Hareketi’nin, dershaneler özel okula dönüşürken alacakları parayla avunup sesini çıkarmayacağını zannetti. 


Aslında hatayı başkanlık sistemi tartışmalarında yaptı Erdoğan. Başkan yahut Cumhurbaşkanı olmayı kafasına koyduğunda, karşısında cemaatin desteğini almış güçlü bir Başbakan (muhtemelen Abdullah Gül) istemiyordu. Putin-Medvedev modeli kafasına yatıyordu. Herhalde bunca dış komplo karşısında dehşete düşen partilileri, Erdoğan’ın bir dönem daha partinin başında kalması için artık yollara dökülecektir...
Cemaatin hatası ise, eğitim ve kültür alanının dışına çıkarak sadece devlette değil, siyasette de belirleyici bir pozisyona yönelmesi oldu. İktidar partisiyle Türkiye’nin gerçekten büyük bir ülke olacağını zanneden Hizmet Hareketi şimdi hak etmeyen sevgiliye gayrimeşru muhabbetinin bedelini ödüyor.