1960'lı yılların başlarında, bilimsel araştırma nedeniyle Avrupalı bilim insanları Victoria gölüne bir balık bırakıyor. Bu balık etobur bir tür olan Nil Levreği. Bırakıldığı andan itibaren göldeki bütün balıkları yiyerek 200'den fazla balık türünü de bir anda yok ediyor. Bu etçil balığın Victoria Gölü’nde yaşamaya başlaması ile birlikte gölün yalnızca ekosistemi değil, Tanzanya halkının hayatı da tam bir yıkım, felaket ve sefalete dönüyor. Levreğin gölde normalin üzerinde gelişim sergilediğini farkeden yatırımcıların levrek üretimine başlaması üzerine göl balıkçılığıyla geçinen halkın geçim kaynağı da kesilmiş oldu. Balıkların neslinin tükenmesi Tanzanya halkı için büyük sıkıntı olunca bu durumu fırsat bilen “balık sektörü” Hintli kalantorlar Hindistan’dan kalkıp Tanzanya’da fabrika kuruyorlar. Hintli fabrika müdürü “Günde en az 500 ton Nil levreği üretiyoruz” diye şişinerek anlatıyor. 500 ton balıkla günde kaç kişinin doyacağı sorulduğunda ise bunu bilmediğini söylüyor. Fabrika müdürünün bilmediği(!) şey, her gün 2 milyon Avrupalı ve Japon’un Victoria Gölü’nün balıklarını yediği gerçeği…
Doğu Afrika’nın rantını yiyen kalantor Hintliler, değer verdikleri 3 şeyi şöyle sıralıyorlar:“Balık, para ve çocuklarımız.” Balık Avrupa ve Japonya’ya; paralar İsviçre’ye; çocukları da Amerika ve Kanada’ya gidiyor. Balıklar, fabrikada fileto haline getirilip satılırken kurtlanmış kafa ve kılçıklar yoksul halka satılıyor. Evet, kurtlanmış kılçıklar Tanzanyalılara para karşılığında satılıyor! 

Artık evini geçindiremeyen balıkçıların çocukları lastikleri yakıp kokusuyla efsunlanmaya, tiner çekmeye, balıkhanelerde canlarını kurtarmak için olmadık eziyetlere boyun eğmeye başladılar. Victoria Gölü kıyısında yaşamaya çalışan binlerce kadın artık bir günlük ekmek veren hangi erkek olursa onlara kapılarını açıyorlar. Talihi yaver gidenler ise Avrupa’ya gönderilecek levreklerin temizlenmesi işini yapıp, ayda 50 ila 70 dolar arasında para alıyorlar. İşten çıkmanın ise iki tehlikesi var: açlık ve kendini satmak! Detayları Avusturyalı yönetmen Hubert Sauper anlatıyor. Sauper kendisiyle yapılan röportajda şöyle diyor: “1997’de Kongo’nun doğusunda, Ruandalı sığınmacıları anlatan ‘Kisangani Günlüğü’ belgeselini çekiyordum. İç savaşlardan, açlıktan, salgın hastalıklardan kırılan bu bölgedeki gerçek problemin ne olduğunu o sıralarda fark ettim. Ruandalı sığınmacıların gıda ihtiyaçlarını Birleşmiş Milletler karşılıyordu. Gıda maddelerini getiren uçaklar, eski SSCB’den kalma kargo jetleriydi. Afganistan işgalinde kullanılmışlardı, delik deşik pistlere bile inebiliyorlardı. Adeta Afrika için yapılmışlardı. Bu uçakların mürettebatıyla ahbap olmuştum. 

Genellikle ya Rus ya Ukraynalıydılar. Aramızda gelişen dostlukla, bu uçakların ‘gelişmiş’ ülkelerden sadece gıda maddesi değil, silah da getirdiğini öğrendim. Kulaklarıma inanamamıştım. Pilotlardan biri dalga geçmişti benimle: Orta Afrika’daki savaşlarda kullanılan silahların Air France ya da Lufthansa’yla taşındığını sanmıyordun herhalde!”
Şimdi sıkı durun ve Sauper’ın söylediklerindeki ayrıntıya dikkat edin lütfen. “Bu uçaklar, gündüzleri sığınmacıların karnını doyuran nohutları, geceleri de onları öldüren bombaları taşıyordu! Bu benim için dehşet verici bir ayrıntıydı.” Sonra, Tanzanya’ya, Victoria Gölü’nün kıyısındaki Mwanza’ya gittim. Mwanza, silah kaçakçılığının başlıca üslerinden biri Aynı zamanda bir başka ticaretin, Tanzanya’dan AB ülkelerine giden balık filetosu ticaretinin de merkezi. Beni ‘Darwin’in Kâbusu’nu çekmeye mecbur eden görüntü, Mwanza Havaalanı’nda yan yana duran iki uçaktı. ABD yardım uçağı 45 bin ton nohut, Rus kargo uçağı 50 bin ton balık yüklüydü. Nohut, BM kamplarındaki mülteciler içindi, balıksa AB ülkelerine gidiyordu, inanılır gibi değildi. İnsanların açlıktan öldüğü protein eksikliğinden çocukların karınlarının şiştiği bu bölge, Avrupa ülkelerine tonlarca balık gönderiyordu.Bu, ‘Darwin’in Kâbusu’nun temelini oluşturan şu soruyu sormama neden oldu: Nasıl oluyor da insanların aç olduğu bu bölgeden bu değerli yiyecek uçup gidiyor?” Cevap gayet basitti: İyi gıda, insanların fiyatını ödeyebildiği yere gidiyordu. Satın alma gücüne sahip olan, Afrika’nın köyleri değil, Avrupa’nın süpermarketleriydi! (Express Dergisi - Sayı: 51, Temmuz 2005) "Darwin’in Kâbusu’nda silah ticaretinin varlığını balık ticaretine, balık ticaretinin varlığını da savaşa borçlu olduğunu göstermek istedim…

İstanbul’da akıl almaz dolandırıcılık hikayesi! İstanbul’da akıl almaz dolandırıcılık hikayesi!

Anlattığım yeni bir şey değil. Afrika’da savaş, fuhuş, açlık, AIDS, sokak çocukları gibi sorunlar olduğunu söyleyen ben değilim. Bunları herkes biliyor." "Avrupa Birliği, bu levrek ekonomisine destek olmak için 34 milyon Euro verdi, tabii bazı şartlar koyarak. Koşullardan biri, fabrikalar ile havaalanı arasındaki yolların onarılmasıydı. Bu, sömürü için ‘yardım’dan başka bir şey değil. Tıpkı, bir önceki yüz yılda Britanya’nın demiryolları gibi… Güya o demiryolları da medeniyet götürmek için yapılmıştı, asıl maksat o ülkelerdeki zenginlikleri kendi kasalarına taşımaktı. Bugünkü durumsa gizli kapaklı bir yeni sömürgecilik değil, alenî ve harfiyen yeni sömürgecilik!”

Editör: Kerim Öztürk