Kur’an yüzlerce ayette aklın önemine ve kullanılmasına vurgu yapar. Fakat gel gör ki İslam dünyasında ve hatta ülkemizde de, bazı kişi ve çevreler aklı hafife alıp, devre dışı bırakılmasını isterler. Çünkü aklını kullanan insan, düşünen insandır. Eleştiri yapar, sorgular. Her söylenene inanmaz, doğruyu ve yanlışı araştırır.

Eğer Kur’an haşa insan sözü olsaydı, aklı hafife almak ve sorgulanmamasını isterdi. Halbu ki Kur’an ayetleri tam aksine aklı yüceltir, inancın merkezine taşır. Aklını kullanmayanları kullanmak da kolay olur. Allah ( CC) insandan akıl ve gönül ile kendisine teslimiyetini ister. Bazı kişiler ise, din adına aklın işlevsiz kılındığı bir teslimiyet bekler.

Akılsız teslim olanlar da kendisinden her istenileni yapar, her söylenenlere inanır. Yaptığı işleri de Allah rızası için yaptıklarını zanneder. Bu kişiler eğer inanç varsa, akla yer olmadığına, akıl ile hareket edildiğinde ise inancın zayıflayacağını ve olmayacağını iddia ederler.

Geniş kitleler üzerinde taassuplu zihniyetlerini, okul çağından itibaren körpe akılları kandırarak, devlet idaresinde hakimiyet sağlamalarının tehlikelerini, Atatürk yıllarca önceden görmüştür. İslam coğrafyasının resmini çekerek, panoramasını çok iyi tahlil ederek, Devletin idaresi ile, din işlerinin birbirinden ayrılmasının zarureti olduğuna inanmıştır...

Yüce kitabımız Kur’anı Kerim kendisine iman edenlerin ancak, Allah’tan başka bir kudretten korkmamalarını ister. Maalesef tarih boyunca din bilginleri haricinde ki din sınıfı dediğimiz, dincilik yapanlar, din tacirleri, İslam’la alakası olmayan şirk bataklığını üretmişlerdir. Bu yüzden yüce İslam, ne din sınıfına izin verir, ne de din adamlığı diye bir mesleğe izin verir. Kur’anda hiçbir ayette kelime olarak bile din sınıfı veya din adamları tabiri yoktur...

Cami hutbelerinde, helallerden, haramlardan bahsetmeyen, hırsızlığın, yetim hakkı yemenin günahını açıklamayan, devletin ve milletin malından, beytül maldan bir hırka bile çalanların savaşta ölse bile şehit olamayacaklarını söylemeyen, kendileri kat kat zenginleşirken, halka fakir olmanın nimetlerini anlatanlar, israftan, adam kayırmadan, haksızlıktan korkmayanlar gerçek dindar olamayacaklardır.

İndirilen Kur’an’ın mesajını halktan saklayarak, Allah’tan korkma yerine, biat ettiklerinden korkanların açıkladıkları din, İslam değil uydurulan dindir!.. Kendi uydurdukları dine inananların müşrikleşmesi, Müslüman kimlikli kitleleri de müşrikleşmeye özendiren adımlar olduğunun muhasebesini yapmayanların, ‘’ laikliği, dinsizlik gibi...’’ gösterme gayretleri hiç de inandırıcı sayılamaz!..

KUR’AN’A UYGUN BİR YÖNETİM SİSTEMİ HANGİSİDİR?

Konu üzerinde çok düşünülmesi, çalakalem yazılması mümkün olmayan ve kaş yaparken gözü çıkartmamak amacına hizmet etme gayesi olduğundan, kelimeleri, terimleri, cümleleri çok dikkatli kullanmanın idraki içinde olacağız. Yanlışlıklardan ve yorumlardan Allah’a sığınırız...

Şayet dinlerin, vicdanlara ve mabetlere kapatılması laiklik olarak düşünülürse hiçbir din bununla bağdaşamaz. Dinlerin, vicdanlardan ve mabetlerden öte sosyolojik ve kültürel kökleri vardır. Kültürel kökler millet olma bilincinin temel öğesidir.

Eğer dinler, uygulamada pozitif hukukun yerine geçmek isterse, bu tür din anlayışı ise ,kişilerin özgürlüğünü ve modernleşme düşüncelerini kısıtlayarak dinde taassupçuluk oluşur.

Toplumsal barış, kalkınma ve yaratıcı düşünce engellenmiş olur. Ancak bu ikili gelişmenin, mesafe dengesi çok iyi ayarlanarak, toplumsal kalkınma ve barış sağlanabilir...

Konuya hakim müfessirler ve ihtisas sahibi sayılacak arkadaşlardan ve hocalarımızdan aldığım ve paylaştığım görüş kısaç şu:

Allah’ın (CC) son kutsal kitabı Kur’an da, devlet idaresi, hükümet şekli ile açık ve emredici bir hüküm olmadığı yönünde konunun uzmanları hemfikir halindedir...

Kur’an’ı Kerimin içinde, matematik de vardır, fizik, biyoloji, kimya ve astronomide bulunur. Hatta tarih ve coğrafya da... Tüm müspet ve pozitif ilimlerin ilham kaynağıdır. Pozitif ilmin verileri ile çelişkili hiçbir ayeti bulunmaz.

Kur’an da tüm ilimler vardır ama; Kur’an ne matematik, ne fizik, ne antropoloji, ne de astronomi kitabıdır. Tüm ilimleri içinde barındırır, ama hiç biri değildir. O ilahi bir vahiy, yol gösterici, alemlere ışık tutan rahmet ve rehberlik kaynağıdır. Allah’ın insanlığa Peygamberimizle son mesajıdır...

Kur’an, devletin şeriatla veya başka biçimlerde idaresiyle ilgili emir ve ayeti olmasa da, insanlardan istediği hususlar sabit ve kesindir.

1-Devlet idaresinde adaletli olmak, 2- Devlet idaresinde istişare ve meşverette bulunmak, 3- Devlet idaresinde liyakat, yani işleri yandaş olanlara değil, ehil kişilere vermek. Kur’an’ın yönetimle ilgili temel ilkeleri bunlardır.

Bir şey olması gerektiği gibi yapılırsa, sağı solu, onu bunu kayırmadan icra edilirse, liyakat sahibi kişi üstlenilen görevi hak etmişse, yeterliyse, emanet edilen kişi veya kişiler güvenli ise, idare işeri bir meşveret halinde danışılarak yapılıyorsa, adalet, liyakat ve danışma heyeti tek bir kişinin iki dudağı arasında değilse Allah’ın hoşnut olduğu yönetim şeklidir.

Tüm sistemler içinde şayet bu ilkeler bulunuyorsa, Allah’ın hoşnut olacağı birer yönetim şekli haline gelir. Hatta bu ilkeler gözetilirken; din, dil, ırk, mezhep, inanç gibi ayrımlar bile yapılamaz.

Herkese hakka hukuka uygun yani adaletin herkese ve her kesime aynı uygulandığı sistemin adı, zikri ne olursa olsun, Allah’ın istediği yönetim şekli budur...

Konuyu araştırmak isteyenler, Hz Ömer’in atadığı valilere bakabilirler, atanılan vergi tahsildarlarına bakabilirler... Devletin hazinesine; işlerin yürütülmesi adına; falancanın çok Müslüman olduğu, filancanın gece, gündüz namaz kıldığı, şu kişinin herkesten çok dindar olduğu gibi telkin edilen kişiler tavsiye edilirken, Hz. Ömer ise, konunun uzmanı, mali ve vergi toplama ve vergi salma işlerinde mütehassıs sayılan bir Yahudi’yi ataması işin ehline verilmesi gerektiğinin önemini arz eder...

Sistemlerin hiçbir kimseyi kayırmadan, haksızlık yapmadan, insan haklarına saygılı, kibir, gurura düşmeden, her şeyi ben bilirim, biz biliriz demeden, halkı fakirleşirken yönetenlerin alabildiğine zenginleşen, açlık sınırında milyonlarca insanların olduğu gözetilmeden bürokratların beş yerden, on yerden, yok huzur hakkı, yok şu bu hakkı adı altında yüzbinlerce maaşlar aldığı sistemler, yolsuzluk, yoksulluk ve yasakları tavan yaptığı sistemlerin adı da, yönetenlerin sıfatları da ne olursa olsun farketmez.

‘’...Hak yol İslam, huzur İslam’da ...’’ diye bağıranların savundukları bir düzen olamaz herhalde!...

Yüce Kur’an’ın Nisa Suresi 135. Ayet ne buyuruyor: ‘’ Ey iman edenler, kendiniz, ana ve babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin. İster zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva ( tutkularınıza uymayın) Eğer dilinizi eğip büker, ya da yüz çevirirseniz Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.’’

‘’ Ey inanlar, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adalete şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun çünkü bu takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. ( Maide Suresi 8.Ayet)’’

‘’Şüphesiz Allah, adaletle hüküm yürütenleri sever. (Maide Suresi 42)’’

Kur’an ayetleri toplumsal işlerin ve barışın ifasında istişare yapılmasına yani görüş alışverişinde bulunularak, ortak bir akıl oluşturulmasına dikkat çeker.

‘’...Toplumsal işlerini aralarında danışma yoluyla görürler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden harcarlar. Şura Suresi 38)’’

‘’ Şüphesiz ki Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emretmektedir...( Nisa Suresi 58)’’

Bu ve buna ilişkili ayeti kerimelerde Allah, Peygamberimizin de yapacak olduğu işler ve alınacak kararlarda başkalarına danışmasını söyler. ( Ali İmran 159)’’

O halde insanlar ideolojik olarak ve siyaseten kendilerine göre bir takım yönetim sistemleri belirliyebilirler. Önemli olanı Kur’an’ın zikrettiği evrensel değerlerinin benimsenmesidir.

Aksi halde bir devletin yönetim şeklinin İslam ya da adında Din ibaresinin bulunması o devletin İslami ilkelere uygun olarak yönetildiğini göstermez. Üstelik yüce Kur’an’a göre, ‘’ Din devleti, İslam Devleti’’ şeklinde bir ibare de yoktur.

Devletlerin dini adalettir. Devletin dini olmaz, ancak ilkeleri olur. Eğer bir devletin dini olursa; devletin tebası içinde, farklı dinden, farklı görüşten yani devletin dinine inanmayan ya da başka bir dini inanca sahip insanlara adil şekilde davranamaz.

Kur’an’ın evrensel ilkelerinden hareketle ideal bir insan toplumu ve ideal bir yönetim şekli gerçekleştirmek için:

Adaleti davranmak, haksızlık yapmamak, işi ehil kişilere vermek, istişarelerde bulunmak, Allah’ın verdiği cana kıymamak, öldürmemek, barışı düzeni esas almak, ihlaslı ve samimi olmak, verilen sözlere uymak, yalandan, riyadan, nefret dilinden uzak durmak, kibirlenmemek, başkalarını küçük görmemek, siyaset bile olsa iftira atmamak haklarını halelder etmemek, fakir fukarayı, garip gurabayı görüp gözetmek, ölçüde alışverişlerde hile yapmamak, yanlışlarımızdan dönmeyi bilmek, özür dileyebilmek, güzel söz söylemek, zalimlerin yanında olmamak... gibi temel ilkeler sayılabilir.

Demek ki, din işleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması ilkesi olan laiklik insanların ve toplumun inancına karışan, engelleyen bir sistem değildir.

Tam aksine toplumun potasında bulunan tüm insanların inanç ve ibadetlerinin garantisi ve sigortasıdır.

Demek ki neymiş?

Eskilerin tabiriyle, zarfa değil, mazrufa bakmalı. Zarfın değil, zarflananın daha önemli olduğunu anlatmak için kullanılan bu tabir tüm sistemler için de geçerlidir. Sistemin adının, sıfatının öneminden ziyade, sistemin içi, özü, muhtevası önemlidir...

Yönetim şekli laik olduğu halde, insan haklarına saygılı olan,, adaleti sağlayan, toplumda ayrımcılık yapmayan, işleri ehil olana, layık olanlara veren,, hısım, akraba yandaşçılık ayrımı gözetmeyen, toplumun bütün insanlarını bir sayan, ibadetlerine karışmayan, saygılı olan, hırsızlara ve hırsızlığa pirim vermeyen bir rejim Allah’ın hoşnut olduğu bir rejimdir

Adında, ‘’ İslam Cumhuriyeti’’ yazılı olsa bile, insan haklarına riayet etmeyen, tek hanedanlık veya tek diktatörlük rejimlerinden yüz kat daha evla olduğu tartışmasızdır...

Bu cümleden olmak üzere, Atatürk’e olan düşmanlığın arkasında daha başka sebepler olduğunun farkında ve bilincindeyiz. Neden hep İslam ülkelerinde, kaos, kargaşa , anarşi , terör, göz yaşları hüküm sürmektedir?

Neden hep İslam ülkelerinde ki insanlar, Batı ve Avrupa ülkelerine sığınmak için kaçıyorlar? Hiçbir sığınmacı veya mülteci, Türkiye hariç neden başka bir İslam ülkesine değil de sürekli Türkiye’ye milyonlarca sığınmacı dolmaktadır?

Sosyoloji dünyasının acı kaybı: Orhan Türkdoğan Hakk'a yürüdü Sosyoloji dünyasının acı kaybı: Orhan Türkdoğan Hakk'a yürüdü

Türkiye’deki laiklik sistemini beğenmeyenler, devletin kurucusuna olur olmaz iftira atanlar, milyonlarca insanın bunca İslam ülkesi varken, neden hep Türkiye’ye iltica etmek için can attıklarının muhasebesini yapmak zorundadırlar...

Kendilerini din sınıfı olarak gören ve ulema zannedenlerin, halkımızı aldatabilmek için, dini kullanıp insanları ve körpe zihinleri zehirlemek ve kendi şahsi siyasi emellerine alet edebilmek adına, ‘’ laiklik’’ simitine can kurtaran gibi saldırmalarıdır.

Atatürk’e düşmanlığın sebebi, sahte din sınıfının, insanları aldatmasına ve hegemonyasına son vermiş olmasından dolayıdır.

Kendisini kuran Diyanet’in bile bu tartışmaların dışında kalması gerekirken, sık, sık olumsuz tavırları içinde olması, milli bayramlarımızda, Cuma hutbelerinde Atatürk ismini anmamak için, nasıl kırk dereden su getirme davranışında olduğunu Türk Milleti artık anlamaya başlamıştır.

İnsanlık onurunu zedeleyen görüntülerle, ölümü göze alan bu insanlar neden adı İslam olan ülkelerinden, Avrupa ülkelerine sığınmak için ölümü göze almaktadırlar?..

Irak, Afganistan, Suriye, Libya ve sair ülkelerden sığınmacılar laik devletle yönetilen Türkiye’ye kaçmalarının sebeplerini sizler de biliyorsunuz... Diyanetin bunları görmemesi mümkün mü?

Demek ki, refah, huzur, güven, insan haklarına saygı, insanca yaşamak, hülasa Kur’an’ın ölçü olarak koyduğu temel ilkeler, İslam ülkelerinde değil de Batı’nın, Müslüman olmayan devletlerinde sistemin yapısına olmazsa olmaz şeklinde monte edilmiş olmasındandır. Kusur haşa , İslam’da değil, İslam adına devleti yönetmeye talip olanlardadır!...

Atatürk yüz yıl önce dini bağnazlık ve taassupla yönetimin Türk insanının kaderi olamayacağını, tarihten gelen süzgeçle görmüştür.

Devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal, dört halifeden sonra ulema içindeki hainlerin, işbirlikçi ve menfaatçilerin, ‘’ Din kisvesi ve şeriat sözleriyle...’’ halkı kandırarak kendi çıkarlarına alet ettikleri inancında olmuştur.

Gerçek mütedeyyin din alimlerine her daim saygı duyduğunu konuşmalarında ifade etmiştir. Ona göre Emevi ve Abbasi devletleri dönemlerinde görülen bu durum Osmanlı Devleti döneminde de devam etmiştir.

Menfaat için dini kullanan sahte ulemalar hakkında ağır sözler de söylemiştir. Bir konuşmasında: ‘’...Adil ve sefil hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve dini alet etmeye tenezzül eden sahte ve imansız alimler tarihte daima rezil olmuşlardır...

Hulefayı Abbasiye’nin sonuncusu biliyorsunuz ki, bir Türk tarafından parçalanmıştı. Dini kendi ihtiraslarına alet yapan hükümdarlar ve onlara delalet eden hoca namlı hainler, hep bu akıbete düçar olmuşlardır...( Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu)’’

****

Konuyu kaynaklarından incelemeye devam edelim. Yukarıda ki bölümlerde izah ettiğimiz gibi, Avrupa’da dini otorite sayılan kilise, siyasi otoritenin egemenlik alanına da hükmetmeye başlaması üzerine, Avrupa tarihinde çok uzun yıllar süren din savaşları olduğunu gördük.

Kilisenin, siyaset ve yönetim sistemleri üzerinde ki bu baskıcı tutumdan dolayı verilen mücadeleler semeresini vermiş, siyaset müessesesi, ‘’ dini vesayetten ‘’ kurtularak, laiklik mücadelesi kazanılmıştır.

Kazanılan mücadelenin sonucunda Avrupa’da aydınlanma dönemi dediğimiz bu safhada, eğitim, bilim, sanat, teknoloji ve her alanda ilerlemeler kaydedilmiştir.

Dolayısıyla laiklik, Batı’da "dinin vesayetinden kurtulma mücadelesi’’ olarak doğmuş ve gelişmiş bir kavram olmuştur. ‘’Kili Suna, Atatürk ve Laiklik, Belgelerle Türk Tarih Dergisi, Dün- Bugün- Yarın, s. 15, 16 vd’’

‘’Ancak laiklik, sadece Batı’da ortaya çıkıp gelişen bir kavram değildir. Pek dile getirilmese de bir BİR TÜRK LAİKLİĞİNDEN DE SÖZ EDİLEBİLİR.

Üstelik bu Türk laikliği, Batı’daki laiklikten çok daha önce, 11. Yüzyılda Selçuklular döneminde ortaya çıkmıştır. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Bağdatta halifenin siyasi yetki Atatürk, Din Ve Laikliklerini elinden alıp halifeyi sadece din işlerinden sorumlu hale getirmesi, dinle siyasetin ayrılması anlamında bir tür laikliktir...( Meydan Sinan, Atatürk Modernizm ve Din,s. 486 vd.)

Laiklik, toplumsal hayatın din kurallarıyla değil de, akıl ve bilimle şekillendirilmesi, devletin ise yine din kurallarıyla değil, çağdaş siyaset ve çağdaş hukuk kurallarıyla yönetilmesi olarak tanımlanabilir.

Dindarlık veya dinsizlik devletler için değil, bireyler için söz konusudur. Bu yüzden laik devletlerde din kurallarıyla yönetme biçimi olmasa da, toplumda ki tüm kişilerin din ve vicdan özgürlüklerini kabul ederek, devlet olarak bu özgürlükler laiklik ilkesi gereğince korunur.

Atatürk bu durumu şöyle izah eder: ‘’ Laiklik prensibinde ısrar ediyoruz. Çünkü milli iradenin ve insanlığa mal olmuş değerlerin belki de en mukaddesi olan din hürriyeti ancak laiklik prensibine bağlanmakla korunabilir...’’ ( Atatürk Din ve Laiklik, Neda Armaner, Atatürkçülük İkinci Kitap, İstanbul 1988)

Zaten Osmanlı’da 1839 Tanzimat Fermanıyla başlayan Batılılaşma hareketleri neticesinde, dinin gerek devlet yönetiminde gerekse toplumda etkisinin azalmaya başladığı yıllardır.

Esasen Atatürk devrimlerinin özü ve nihai hedefinin laiklik olduğu anlaşılır. Prof. Dr. Mohammed Sadıg’a göre de, ‘’ Türk laikliği, Türk devrimlerinin en dikkate değer ve en dayanıklı temeli’’ açıklar.

Prof. Dr Reşat Kaynar, ‘’ Atatürkçülük ve Din Adamı’’ , Cumhuriyet 1963, Atatürkçülük Nedir, s. 124-125.’’ Eserinde

Atatürk’e laiklik bahane edilerek saldırıların sebebini şöyle açıklar:

"...Atatürk batı uygarlığını yalnız tekniği ile değil sosyal kurumları ile toplumun kabul etmesi ve kafa değiştirmesiydi...

Bu ülkünün korunması için de, laiklik disiplini altına girmesi düşüncesi kendini gösterdi. Atatürk Türkiye’nin kurtuluşunu bu özün korunmasına bağlıyordu.

Bundan dolayı, Atatürkçülüğün özünü yıkmak isteyenler, daima laikliğe saldırmışlar, bahane olarak da Atatürk devrinde, laikliğin din düşmanlığı biçiminde uygulandığını ileri sürmüşlerdir...

Toplumsal hayatın dinsel kurallarla yönetilmesi yerine, akılcı, bilimsel kurallarla şekillendirilmesi kabul edebilmek için kafa değişiminin şart olduğunu...’’ yazar bu şekilde belirtmektedir.

Dikkat edilecek olursa, laiklik yaklaşımı ile ortadan kaldırılan kurumlar dinin ruhu açısından değil, biçimi açısından önem verilen tarihsel kurumlar olduğu görülür. Öyle ki bu kurumların ve simgelerin içinde gerçek İslam’ı aramaya kalksak bir kısım boş inançtan başka şey bulmak mümkün değildir. ( ‘’ Meydan Sinan, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, Atatürk Modernizm ve Din, İnkılap, 2017, s. 489 vd’’ )

Mesela; Ne Saltanat, ne hilafet, tekke ve zaviyeler, eski tür araç ve tartılar, ne Arap alfabesi, ne medreseler, ne de insanların soy adlarının olmaması, takvimin değişmesi gibi hususlar İslam’ın özüne uygun değildir.

Hemen hemen hepsinin içi boşaltılmış, adı İslam kalmış ama İslamiyet’in özüyle alakasız kurumlara dönüşmüştür.

Atatürk’ü yakınen en iyi tanıyanlardan birisi olan Falih Rıfkı Atay Atatürk’ün yaptığı devrimlerle neyi düşündüğünü ve gerçekleştirmek istediklerini şu şekilde açıklar:

‘’.... Tanzimat fermanı ve Osmanlı’daki ıslahat hareketleriyle yapılmak istenip te yapılamayan, medreseden yetişme şeriatçıların vicdanlar üzerindeki egemenliği yıkılıp, laik bir devlet sisteminde dünya işlerini yalnız akıl ve bilim yolu ile çözmedikçe, dini sadece Tanrı ile kul arasında bir vicdan işi olarak bırakmadıkça, baştaki istibdat yıkılsa bile, Tanrı adına toplumu hükmü altında tutan geri medrese şeriatçılığının yarattığı yığın despotluğunu önlemedikçe, insanı laik ve müspet ilimlere dayanan eğitimle değiştirmedikçe toplumu değiştirmeye, ilerlemeye, kalkındırmaya, vicdan ve kafa hürriyeti yolundan hürriyete kavuşturmaya, rejimi devamlı ve kararlı bir hürriyet rejimi yapmaya imkan yoktu....’’ (Atay, Atatürk Ne idi?, s..9...vd)

Not: Bu yazımızı, İmam Hatip Lisesinden mezun ettiğimiz öğrencilerimizden ve bazı dostlarımızdan gelen mesajlar üzerine yazdım. Merak edilen sorulara tek , tek cevap verme yerine topluca cevap vermeyi daha uygun buldum ve devam edecek.

Din ve Laiklik açısından bir inceleme yazısı olduğundan, seküler vurgulamalara ağırlık verme zorunluğu doğmuştur.

05.02.2025/ Şarköy

AV. Faruk Ülker

Editör: Kerim Öztürk