"Dinle beni sevdiğim / Kalk buradan gidelim / Yer bize zindân oldu / Dost bize düşman oldu / Şeytan kalplere girdi / Saadet delindi / Dinle beni sevdiğim /Kalk buradan gidelim..."
Doğum ile ölüm arasında küçücük bir noktadan ibâret olan "hayat"ımızın akışı, kendi isteklerimizle, belki biricik hayatımıza sığdıramayacağımız hayallerimizle, yakın ve uzak planlarımızla ve hesaplarımızla ters istikâmette seyrettiği demlerde hep bir yerlere gitmek isteriz, sevdiğimizi de yanımıza alıp. Yukarıdaki lâ-edrî mısralarda olduğu gibi "yer zindan", "dost düşman" görünür gözümüze. Kalpleri şeytanın vesvesesi kaplar, tüm "saadetimiz delinir" âdeta...
Tez elden sesleniriz sevdiğimize, "kalk sevdiğim buralardan gidelim..."
Kaçıncısıdır bu muhayyel gidişimiz bilmeyiz, bilinmez. Belki bir bâdirenin; "göz ayrı, gönül ayrı" yorgunluğudur. Acı bizimle "hem-hâl"dir, "ağu aşımızdadır" bizim. "Kaşımız üzre karalar" vardır, "dertler başımızda" konaklar. Kalırız ortalıkta "tek ü tenhâ kimsesiz" sesleniriz sevdiğimize; "kalk sevdiğim buralardan gidelim..."
Sevdiğimiz, o ânda bizi hayata bağlayan yegâne tutamak olur, ona sığınırız...
Matta İncili'nde(18: 3); "Dönmez ve küçük çocuklar gibi olamazsanız, göklerin melekûtuna asla giremezsiniz" der. İşte o "saf" çocuğa kavuşmak/dönmek isteriz. Onunla yeniden başlamak isteriz her şeye. Ama biliriz bir taraftan; "hayatın kazâsı" yoktur ve onun hiç bir ânını tekrar yaşayamayız. Nihayet, hayatımızı ebedî kılmak ihtiyârımızda değildir; sükût etmemiz gereken yerde "kalk" deriz, "kalk sevdiğim buralardan gidelim"...
Gideceğiniz yer, denizin dibinde, zeytin ağaçları arasında, duvarlarınıza vuran dalgaların sesinin hayatınızın yegâne yâreni olduğu bir yerdir. Önünüzde maviden karalara bürünen deniz, bâzen bir nazlı güzel gibi uyuyan bâzen de öfkesini sâhilinizden çıkaran dalgalar, balıkçı motorlarının sesleri, martıların çığlıkları, uzayıp giden yıpranmış ve yapayalnız bir ahşap iskele, kalbinizden, aklınızdan, gönlünüzden buğulanan camınıza aksedip orada asılı bir çerçeveli portreye dönüşen ve her ân beliren ve yüzünde diğer bütün yüzleri unuttuğunuz o ölümsüz nâsiye, masanın üzerinde notlar... notlar... beyitler... akrostişler... bitirilmemiş şiirler... sâhibine ulaştırılmamış mektuplar... müstearlara bürünmüş hikâyeler... fotoğraflar... karakalem portreler... üzerine zülfesi yarım kalmış hep aynı elif ve devâmına hep aynı ismi ve çektiğiniz ahrarlı kâğıtlar... kamışınızı hasretinize banarmış gibi bandığınız isli mürekkep dolu bir hokka ve birkaç kamış ve Zeki Müren'in sesinden Avni Anıl'ın hicaz eseri "Dilşâd olacak diye kaç yıl avuttu felek" şarkısını beklediğiniz bir radyo...
Orada ne bize "zindan olan yer"ler, ne "düşman olan dost"lar, ne "şeytanın girdiği kalpler", ne de "delinmiş saadetler" vardır. Ve orada kuşlar bestesini O'nun için yapar, rüzgâr ıslığını O'nun için çalar, dalgalar O'nun için vurur kıyıya, balıklar O'nun için takılır ağlara, tabiat yalnız O'nun için "taaşşuk" eder... Orada yalnız O'nunlayızdır artık... O vardır yalnızca... Biz varızdır...
O her şeyin ötesinde ve üzerinde, her şeyin verâsında, her şeyin fevkinde, her mislin mislinde, her ölçünün üzerinde, her hududun üzerinde, her haddin üzerinde, her mizanın üzerinde, her ağırlığın üzerinde, her zerrenin üzerinde, her mesâfenin üzerinde, her hesâbın üzerinde, her tedbirin üzerinde, lâkin bütün bunların üzerinde olup da bütün bunlara sığmayan O, bir kalbin her hücresinde, bir kalbin her atışında, bedene can veren bir kalbin her damla kanında ve o kalbin tek tahtında O vardır yalnızca...
Hülâsaa, O varsa her şey vardır, O yoksa her şey lüzumsuzdur...