Emânet sorumluluğu ve liyâkatin vicdânî rahatlığı mührü câzibeli kılar evet, mührü bir emânet olarak idrâk eden sağlıklı insanlar içindir bu. Mühür bir emânettir, emânet namustur...
'Yol arkadaşlığı'nın peygamberî üç şartından biridir.
-Emânet verirsiniz sâhip çıkar.
-Sır verirsiniz sâhip çıkar.
-Yola çıkarsınız yolda bırakmaz...
Bu şartlar kadük olduğunda mühür de ehlinde değildir artık, el değiştirmeye hazırdır...
Yani, mühür kimdeyse Süleyman her zaman o değildir!..
Tarih bunun misalleriyle lebâ leb doludur...
Eğer mührü her elinde tutan, her "bırakmam da bırakmam" diyen Süleyman olsaydı, insanlık tarihinde bir değişimden söz edemezdik. Bir inkılâptan bahis açamazdık. Bir terakkîden konuşamazdık...
Eğer mührü her elinde tutan, her "bırakmam da bırakmam" diyen Süleyman olsaydı, Ne Musa Firavun'dan, ne İsa köhnemiş Roma'dan ve ne Muhammed Mekke'nin müşriklerinden mührü alabilir ve bir içtimâî, ahlâkî terâkkî, inkılâp sağlayabilirdi.
Ne Spartaküs, ne Grand Alexander, ne Napoleon, ne Atilla, ne Alparslan, ne Osman Gazi, ne Fatih tarihe yön veremezdi ve biz onları bugün tarihe yön veren, çağ açıp çağ kapatan kahramanlar olarak tanıyamazdık.
Çünkü onlar da mührü birilerinin elinden aldılar.
Hiçbir mühür sâhibi kimseye mühür ikrâm etmedi. Hepsi mührü vermemek için direndi.
Kerâmeti mührün kendisinde sandılar, hepsi yanıldı. Yanıldıklarını mührü kaybettiklerinde anladılar çoğunlukla. Oysa hepsinin mührü kaybedeceği uzun zaman önceden tebârüz ediyordu. Mührün ellerinde olmasının verdiği 'güç vehmi ve hastalığı', görmelerine, duymalarına, anlamalarına engel oluyordu.
Sultan Alparslan'a "Bizans iki yüz elli bin kişiyle bize doğru geliyor" haberi geldiğinde, Alpaslan, "Ne güzel, biz de elli bin kişiyle onlara doğru gidiyoruz" derken, zafere inanıyordu, Anadolu'nun mührü daha o inandığı ândan itibâren elindeydi Sultan Alparslan'ın, bugün bu aziz topraklarda bu inancın semeresi olarak oturuyoruz.
Bizans, meleklerin erkek mi dişi mi olduğuna tartışırken, Fatih bir cihan imparatorluğunun hayâlini kuruyordu ve gözü Constantinapol'deydi, gözünü diktiği Constantinapol burçlarına sancağını diktiğinde anladı ancak Bizans mührün artık kendisinde olmadığını, Constantinapol'ün artık İstanbul olduğunu.
Mührün sıcaklığı elleri yakmıyorsa, uykuları kaçırmıyorsa, mes'uliyetden bir haşyet hissi peydah etmiyorsa, mührün sahipliği kanıksanmışsa, gücün mühürden geldiğine inanılmışsa, kerâmet mührün kendisine yorulmaya başlanmışsa, felâket yakındır, mühür el değiştirecek demektir; bugün ya da yarın...
İnanıyorsanız eğer sözünüz ve sesiniz o denli tesir edecektir. Çığ kopacak ve yuvarlanacaktır. Mührü ile'l ebed kendi malı sananlar çığın altında kalacaklardır...
Hakikat kıskançtır, hakikat bulunduğu yerde başka hiç ama hiçbir şeye müsaade etmez. Yeter ki siz inanın ve hakikat gibi bir derdiniz olsun, her türlü plan, her türlü strateji, her türlü hi'le ve desise, her türlü entrika iflâs edecek, hakikat galebe çalacaktır.
Talebeleri, "Efendim, haksız yere ölüme gönderiliyorsunuz" dediğinde Sokrat, "Haklı yere öldürülmemi mi isterdiniz?" diyerek içmişti baldıranı...
Tarih Sokrat'ı idam edenlerin isimlerini anmadı, ama, Sokrat'ı yazdı... yazıyor ve yazacak...
Çünkü Sokrat'ın hakikat diye bir esaslı derdi vardı.
Alternatifiniz kim ve ne olursa olsun, hakikatin yanında saf tuttuğunuza inanıyorsanız üstünsünüz demektir, ayaklarınızı yere sertçe vurarak yürüyebilirsiniz demektir.
Kol kola giriniz, karşınızdakilere aldırmayınız, ayaklarınızı yere sertçe vurarak yürüyünüz, ayak seslerinizden yıkılacak karşınızdaki kibir gettosu...
Gül ve sümbül hırkanız, sular kuşlar halkanız olsun...