Kamu bütçeleri sınıfsal metinlerdir, iktidarların vergiyi kimden aldıklarını ve aldıkları vergiyi nereye, nasıl harcadıklarını, yani sınıfsal tercihlerini ve hangi sınıfa hizmet ettiklerini gösterirler. Bu hafta açıklanan 2024 yılı Ocak-Ağustos bütçe gerçekleşmeleri bu iktidarın sınıfsal karakterini bize bir kez daha bütün çıplaklığıyla gösteriyor.
Önce vergilere bakalım: ilk olarak, bu sekiz aylık dönemde toplam vergi gelirlerinin içerisinde dolaylı vergilerin payı yüzde 67,3’iken dolaysız vergilerin payı yüzde 32,7’de kalmış. Yani toplanan vergilerin üçte ikisi tüketim üzerinden alınırken, servetten, zenginlikten ve gelirden alınan verginin oranı üçte bir olarak gerçekleşmiş. Ayrıca toplam vergi gelirlerinin yüzde 20’si ÖTV’den, yüzde 33’ü KDV’den alınmış, toplanan verginin yarısından fazlasını bu dolaylı vergiler oluşturmuş.
Peki bu ne demek? Bunun anlamı Türkiye’nin vergi adaletsizliğinin en yoğun olduğu ülkelerden biri olması demek. Çünkü bir ülkede vergi gelirleri içerisinde dolaylı vergilerin payının yüksek, dolaysız vergilerin yükünün ise düşük olması, o ülkede vergi yükünün halkın sırtına, emekçi sınıfların sırtına bindirildiği anlamına gelir.
Vergiden devam edelim. Yılın ilk sekiz ayında toplanan vergilerin içerisinde kurumlar vergisinin payı sadece yüzde 11,3 olarak gerçekleşmiş; yani toplanan her 100 liralık verginin sadece 11 lirası kurumlardan gelmiş. Peki, bunun anlamı ne? Çok basit: şirketler, holdingler, bankalar, yani fahiş kârlarla çalışan Türkiye sermaye sınıfı doğru dürüst vergi ödememiş, istisnalardan, muafiyetlerden, indirimlerden bolca yararlanmış.
Holdingler vergi ödememiş gördüğümüz üzere, peki gelir elde edenler, kazanç sahipleri ödemiş mi, ödemişse ne kadar ödemiş?
Tüm vergi gelirleri içerisinde gelir vergisinin payı 19,8’i olmuş, yani toplanan her 100 liralık verginin 20 TL’si gelir ve kazançlardan alınmış. Kurumlar vergisinden daha yüksek bu oranın ilk bakışta göreli de olsa adil bir vergilendirmeye işaret ettiği düşünülebilir.
Ancak öyle düşünürsek ciddi bir şekilde yanılırız; çünkü tabloya yakından baktığımızda durum bambaşkadır. Yüzde 19,8’lik gelir vergisinin sadece 1,49’u beyan esasına dayanmakta, geri kalanı ise stopaj yoluyla alınmaktadır. Yani tüccar, esnaf, serbest meslek sahibi vs. ya son derece düşük gelir ya da zarar beyan etmiştir ve ödemesi gereken vergiyi ödememiştir.
Peki, gelir vergisini esas olarak kim ödemektedir, stopaj kesintisi kimden yapılmaktadır?
Stopaj ücretlerden kesilir, yani ücretlinin vergisi otomatik olarak tahsil edilir, çalışanlar ne muafiyetten ne istisnadan yararlanabilir ne de vergi kaçırabilir. Dolayısıyla Türkiye’de tüketim üzerinden alınan vergiler yetmezmiş gibi gelir vergisi yükünün de tamamına yakını ücretli kesimlerin üzerine bindirilmiştir.
Peki ya harcamalar? Kamu bütçelerinin bir servet aktarımı mekanizması olarak kullanılmasının yolu, kendisinden bilinçli bir şekilde vergi alınmayan kesimlere, yani sermaye sınıfına, emekçi sınıflardan toplanan vergilerin faiz harcamaları yoluyla aktarılmasıdır. 2024 yılının ilk sekiz ayında gerçekleşen faiz harcamaları 764 milyar lira olarak gerçekleşmiştir, yani 22 milyar dolar civarında bir para, sadece sekiz ayda halkın cebinden alınıp faiz olarak sermayenin cebine konulmuştur.
Bu tablonun bize gösterdiği şey basitçe “vergide adaletsizlik” denilerek geçiştirilemez; bu tablo sömürgeci bir gücün başka bir coğrafyayı işgal edip oranın halkını vergiye, haraca bağlamasına benzetilebilir ancak. Türkiye’nin sermaye düzeni ve onun icra komitesi olarak çalışan iktidar, bu coğrafyaya bir sömürge coğrafya, bu halka da sömürge halk muamelesi yapmaktadır uzun zamandır ve vergi politikaları bu “iç sömürgeleştirme” mekanizmalarının en önemlilerindendir.
Bu iç sömürgeleştirme süreci, sadece vergilemeye indirgenemez elbette; Türkiye kapitalizminin Türkiye’yi uluslararası kapitalist sistemin içerisine nasıl yerleştireceğine dair makro planına bakmak gerekir esas olarak. O plan Mehmet Şimşek’in defalarca söylediği üzere Türkiye’nin bir “üretim üssü” olarak yapılandırılması, yani bütün bir Anadolu coğrafyasının “küresel fabrika”nın bir parçası haline getirilmesidir. “Küresel fabrika”nın Türkiye ayağı olmak ise düşük ücretleri, asgari bir hayatı, sendikasızlaşmayı, esnek çalışmayı, mezarda emekliliği, ranta açılan arazileri, yok edilen ormanları, kurutulan dereleri, mülksüzleştirmeyi, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin sınırsız bir şekilde yerli ve küresel sermayenin talanına açılmasını sermaye açısından zorunlu kılmaktadır.
Dolayısıyla Türkiye’nin tamamı yerli ve uluslararası sermaye tarafından insanıyla, doğasıyla, madeniyle bir sömürge coğrafyaya dönüştürülmeli, 20 bin lira civarındaki ücret düzeyiyle yaşamaya mahkûm edilmiş milyonlar, küçük bir azınlığın akla hayale gelmeyecek ölçüde ultra lüks hayatlar yaşayabilmeleri için sessiz sedasız bir şekilde köle misali çalışmalıdır.
İşte şimdilerde ülkenin farklı noktalarında devam eden işçi ve çevre direnişleri, hem bu sömürgeleştirme mekanizmalarının somutlaştığı hem de bu mekanizmaya karşı koyuş biçimlerinin filizlendiği, ete kemiğe büründüğü hadiseler olarak karşımızda durmaktadır.
Görülüyor olmalı, bugün Türkiye’nin sermaye düzeni kendi insanına, kendi halkına, kendi coğrafyasına pervasızca saldıran, kâr ve servet hırsıyla bu ülkeyi yiyip bitiren bir kanser hücresine dönüşmüş durumda. Vergi vermiyor, vermediği vergiyi halkın sırtına yüklüyor, işçiyi çalışırken öldürüyor, öldürmediğine asgari ücreti ve açlık sınırını reva görüyor, sendikalı olmak isteyen işçiyi copluyor, koluna kelepçe takıp gözaltına alıyor, ormanını koruyan yurttaşı öldürüyor, ırmağını akışını paraya çeviriyor, tarımı bitiriyor, Narin’leri, tertemiz, masum çocukları öldürüyor. Hadi o çok sevdikleri ve yıllarca ekmeğini yedikleri dizelere atıfla söyleyelim; sermaye, bu ülkenin insanını “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” haline getiriyor.
Bugün Türkiye’nin sermaye düzenine karşı çıkmak, bu ülkede yaşamanın, bu ülkenin halkı, bu coğrafyanın insanı olmanın ön koşulunu oluşturuyor. İnsana, toprağa, havaya, suya bir işgalci güç gibi, bir sömürgeci güç gibi saldıran bu düzene karşı mücadele, bu ülkeyi taşıyla, toprağıyla, kurduyla, kuşuyla, madeniyle, ırmağıyla sahiplenmekten ve onu yeniden halka ait kılmaya çalışmaktan geçiyor. Bunu ise ancak halkın kendisi yapabilir, Türkiye’de uzunca bir süredir düzenle halk arasında bir beka mücadelesi, bir ölüm-kalım savaşı yaşanıyor, kazanan var olmaya devam edecek, kaybeden silinip gidecek.
Fatih Yaşlı - 18.09.2024