Sultan Abdülaziz döneminde Hersek İsyanı’nın Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırılmasından Batılı devletler büyük rahatsızlık duymuşlardı. Avusturya Başbakanı Kont Andraşi, Berlin’e gidip Bismark ve Rus Başbakanı Gorcakof ile görüşerek Hersek için imtiyazlar içeren bir layihayı Osmanlı Hükümeti’ne dayatmıştır.
Osmanlı yönetimi, muhatap devletlere Andraşi layihasının resmen vermeleri hâlinde, devletin iç işlerine ve bu surette istiklaline müdahale sayılacağı için kabul olunamayacağı, fakat tavsiye bağlamında gayriresmi olarak verilirse gereğinin yapılacağını ifade etmişlerdir. Bunun üzerine ilgili devletler de işi şeklen tavsiye biçimine sokarak Osmanlı yönetimine vermişlerdir.
Osmanlı devlet yöneticileri Andraşi’nin layihasının resmen kabul edilmesinin Osmanlı’nın iç işlerine ecnebi devletlerinin müdahalesinin kabul edilmesi anlamına geldiğini düşünerek değişik bir yönteme başvurmuştur. Bu yöntem Andraşi layihasının resmen değil gayriresmi olarak kabul edilmesi ve sanki Osmanlı yönetimi bu layihayı hazırlamış ve öngörmüş gibi dayatılan Andraşi layihasının bütün şartlarını uygulamaya koymuşlardır.
Andraşi layihaları, her türden siyasi ve askeri baskılar sonucunda Hersek elden çıkmıştır.
Türkiye’nin bugün karşı karşıya bırakıldığı “çözüm süreci” ve İmralı/Kandil dayatmaları da benzer özellikler arz etmektedir.
İmralı/Kandil taleplerini AKP, sanki kendi öngördüğü demokratikleşme talep ve istekleriymiş gibi TBMM’den geçirmiştir ve geçirmektedir. İmralı’daki terörist başı Öcalan’ın dayattığı “çözüm sürecini izleme komisyonu”, “ana dilde savunma”, “akil adamlar komisyonu”, MİTve “demokratikleşme” adı altındaki yasaları AKP, kendi iradesiymiş gibi halka sunmaktadır.
AKP, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma döneminde bir nevi müstemleke altındaki yönetim özelliği gösteriyor. Öyle ki, Tayyip Erdoğan’ın “Çözüm” -daha doğrusu diz çökme- sürecinin gerekçe, uygulama ve savunuları bile Halet Efendi’nin Yunan isyanı sırasındaki yaklaşımlarıyla birebir benzerdir.
Çözüm sürecini başlatırken Tayyip Erdoğan, “siyasi çözüm”, “Analar ağlamasın”, “insanlar ölmesin”, “teröre milyarlarca lira gitmesin” gibi herkesin hoşuna giden slogan ve sözler etmişti. Gelinen aşamada “çözüm” süreci, Güneydoğu’da devleti çözmüş, teröristler bu süreç sayesinde bölgede yargı yapar, vergi toplar, asayişi kontrol eder hale gelmiştir. Bölgede vatan daha doğrusu ana elden gitmiş, AKP hâlâ “analar ağlamasın” sloganı atıyor.
Türkiye’de çözüm değil diz çökme sürecine dönen gelişmeler, Osmanlı’nın dağılma sürecinde yaşananlara birebir benzemektedir. AKP iktidarı hâlâ güç ya da silah yerine idari ve siyasi tedbirler alarak teröristleri terör yapmaktan vaz geçirebileceklerini düşünüyor. Aynı düşünceyi Yunan isyanı sırasında isyancılara karşı tedbir almayan hatta isyancılara “sadık teba” olduğu gerekçesiyle dokundurtmayan zamanın sadrazamı Halet Efendi de söylemişti. Kendisine neden isyanı bastıracak tedbir almıyorsun diye soranlara Halet Efendi aynen şu cevabı vermişti: “Bir dert ortaya çıkınca idari ve siyasi tedbirlerle önünü almak, silah kullanmaktan yeğdir, şimdi sürekli olarak Mora’ya asker gönderiliyor, bu kadar askerin ölümünden başka dünya kadar para gidiyor. Sonucun ne olacağı belli değil.”
Halet Efendi’nin ’hatasız barışçı fikri daha iyi ve devlet çıkarlarına uygundu’ gibi değişik sözlerle onun zafiyetini, basiretsizliğini ve ihmalini ört bas eden sayısız yandaşı vardı.
İşin ilginç olan yanı Halet Efendi’nin sözleriyle Tayyip Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun söylediklerinin bire bir örtüşmesidir. Osmanlı, Mora’yı bu zihniyet ve kafanın yüzünden kaybetmişti. Umulur ki, Halet Efendi’nin modern versiyonları yüzünden de Türkiye’nin güneydoğusu kaybedilmez!