Türk Milliyetçileri, etnik ve mezhepsel konularda konuşmayı "nezaketsiz" ve hatta "tehlikeli" buldukları için bu konularda bizim tarafımızdan yapılmış; yani "adaletli" bir bilimsel çalışma yoktur.

Karşı tarafın yaptığı çalışmalar ise genellikle devlete-millete iftira ile "yara kaşıma" amaçlı propagandalar olduğu için okunmaya değer değildir.

 

Komünistler devleti ele geçirme, daha doğrusu devrim yaparak Sovyet Rusya'daki gibi dinsiz bir rejim kurma ideali ile hareket ettikleri için 1970'lerde Milliyetçiliğin muhafazakar motifleri daha belirgindi. Sokaktaki antikomünist Ülkücü pratik, Milliyetçi teoriyi "muhafazakar sağa doğru" esnetmişti. Varılan yerde ise diyanetin camilerinde Osmanlı geleneğinden beslenen Sünni İslam vardı.

Öncelikli misyon geleneksel devlet yapısını, kültürü ve mukaddesatı "muhafaza etmek" olunca, ilk Ülkücüler, genellikle Sünni Osmanlı geleneğine bağlı Anadolu ailelerinden çıkmıştı. Dolayısıyla da ilk Ülkücü şehit cenazeleri, Anadolu'nun biricik ideolojik hassas noktası, mezhebi olan Sünni köylerinden kalkmaya başladı.

 

1968'in sol gençlik liderlerinin genellikle devlete isyan alt kültürüne sahip Alevi gençlerden çıkması ve 1970'lerin başında idam edilen üç devrimci gençten ikisinin Alevi olması, ideolojik safların mezheple ilişkilendirilmesi için "artı" bir etkendi.

50'li yıllarda Demokrat Partlililerin, Diyanet, ezan'ın dili, Kur'an kursları, Halifelik gibi Sünni Osmanlı kurumlarını okşayan bir "inkılaba muhalefet" hamlesi yapması, Atatürk'ü "İkinci Ali" gibi gören CHP'li ailelerin çocuklarının 60'larda eylemci nitelik kazanan sola yönelmesinde etkili olmuştu.

 

Böylece üniversitelerde başlayan gençlik hareketleri çeşitli lokal olayların da etkisiyle sonunda kritik kentlerin sokak aralarına, gecekondu mahallelerine ve köylere Alevi-Sünni çatışması olarak sıçramakta gecikmedi. (Bkz. 70'lerin sonu, Maraş, Sivas, Çorum olayları)

Bu durumun oluşmasında mesela Elazığ, Tunceli gibi "farklı etnik bilinç" üreten bölgelerde halkın tasavvurundaki "Türk" kavramının Osmanlı tasvirlerinden etkilenmesi de belirleyici oldu.

 

Mesela o bölgelerdeki Sünni Zazalar kendilerini Türk kabul ederek rahatça Türk Milliyetçisi olurken, Horasan kökenli Alevi Türkmenler, kendilerini "Kürt" veya "Dersimli" olarak tanımlıyor ve azınlık psikolojisi içinde Marksist ajitasyonun etki alanına giriyorlardı.

Elazığ'ın Bozkurt yuvası, Bingöl'ün, Bitlis'in MHP'nin kalesi olmasının ve Tunceli'nin hala komünist üretmesinin temel sebebi, işte bu Türkiye'ye özel mezhep merkezli kimlik algısıydı.

 

Nihayetinde insanlar, böyle göreceli, bölgeden bölgeye değişen kavramlarla fazla uğraşmamaya ve saf tutacakları insanı, dine olan yakınlığına göre seçmeye başladılar. Çünkü inancın, ideolojide farklı olarak, "herkes tarafından gözlemlenebilen" ritüelleri vardı.

Kuran'dan bir kaç sure bilen, abdest alan ve cumaya giden bir genç, bunları yapmayan biriyle yanyana gelemiyordu. Dolayısıyla sokak savaşı döneminde dini ibadetler, özellikle de oruç tutma, Milliyetçi-Devrimci kutuplaşmasında belirleyici etkenler oldu.

 

İstanbul, geleneksel yaşam denetçiliğinden, "mahalle baskısı"ndan uzak, "kimkime dumduma" yaşanbilen ilk kentimiz olduğu için sosyal davranışları belirleyen inanç çizgilerine dayalı saflaşmanın dışında kaldı. Ayrıca İstanbul'daki siyasi cenazeler, herhangi bir Sünni veya Alevi köyünün ağıtlı mezarlığından değil, Eyüp'ten, Karacaahmet'ten defnediliyordu.

Böylece İstanbul, komünist ve antikomünist genç üretiminin inanca göre şekillendiği Anadolu kentleri kadar Ülkücü üretemedi. Devrimci üretimi ise, Dev-Genç'in yuvalandığı üniversiteler ve Disk'in el attığı fabrikalar sayesinde daha "hareketli"ydi.

 

PKK, 70'lerde CHP'nin Sünni mukaddesatla, son 10 yıldır da AKP'nin laik rejimle mücadele hırsına "yancı" olarak "devrimci ideolojisini" tamamen etnik temele oturtmayı başarmıştır. 1804 Sırp İsyanından beri, tam 210 yıldır Türkiye'de bunun adı "parçalanma"dır.

Günümüzde Miliyetçi ideolojik mücadele, bu yeni duruma göre şekilleniyor, yani Alevi ve Sünni Türk, yan yana saf turarak, akl-ı selimde buluşan diğer etnik gruplarla birlikte bu kanlı arsızlığa karşı her geçen gün biraz daha uyanıyor. Bu uyanışın arkasında ne Amerika, ne Rusya ne de derin devlet var!.. Uyanışı kaygıyla karışık bir sevgi sağlıyor.

 

Uyanışı, enstitülerden, fikir tezgahlarından çok Türklerdeki o meşhur "torun sevgisi" tetikliyor.

Rejim düşmanları tarafından şımartılmış etnik eşkıyanın önümüzdeki yıllarda gördüğü her güzelliği talan etmesine karşı muhtaç olunan üç kudret-i siyaset:

1- İlmi Uyanıklık, 2- Medeni Duyarlılık, 3- Milli Kararlılık... olarak öne çıkıyor.

Atatürk'ün söylediği o "kudret damarı" yavaş yavaş kabarıyor.