Senin türkün...
“Taşlı Tokat yolları”ndan “Sis Dağı’nın ardına”, “Girdiği cephede bozgun olmayan” Karayılan’ın memleketinden, Kilis yollarından Ege’ye; Gül yüzlü, güzel yüzlü çocuğun, gün gülüşlü aydınlık bakışlı Fırat’ın şehit düştüğü “İzmir’e doğru” ...
Bu dünyaya gelip gelebilecek en temiz/arı/duru insanlardan birinin, Cengiz Akyıldız’ın hain kurşunlara hedef olduğu İstanbul’dan, öteki boğazına Marmara’nın, Çanakkale’ye; Gelibolu sırtlarında yatan “Bedrin arslanları”na kadar her köşesinin memleketin; hepimizin türküsünü söylemiş -yine- Atilla Yılmaz...
Albüm çıkalı üç belki de dört ay oldu; ama o milli menfaatleri ticari menfaatlerin önünde tutan fedakârlarından olduğundan çağımızın; 7 Haziran’a kadar hemen bütün vaktini albümünü tanıtmak yerine Türk Milleti’ni “kendi kaderini tayin(!)” arifesinde uyarmaya/uyandırmaya adadı... Sonrası malum zaten; kan/gözyaşı...
* * *
Atilla şehir şehir dolaşıp da “Kaldır dik başını yiğidim kaldır / Bu yük yine senin omzuna düştü
Türkü bilmezlere haddini bildir / Bak ihanet çoktan çizmeyi aştı” diye anlatmaya çalışırken ahval ve şeraiti; şimdi bizi cayır cayır yakıp kavuran ateşe odun atılmış değildi henüz...
İşaret fişeği gibiydi şarkıları:
“Bölünmez bir bütün bu cennet vatan / Yüz binlerce şehit altında yatan / Samsun’dan yürüdü o yiğit paşam /
Unutmak olur mu söyle Türkiyem!..” diye tarihe çalıştı “kurtuluş” güzegahını.
Haykırdı günler, gecelerce:
“Yıllar var ki ağrımızdır / Yanan bizim bağrımızdır / Artık bu son çağrımızdır / Sahip çık sen birliğine / Ne Mutlu Türk’üm diyene”
Herkesin silahı başka; kiminin kalemi, kiminin kelamı, kiminin sazı...
Her silahın da menzili farklı...
Demirtaş’ın sazı toplumu uyuturken mesela, Atilla’nınki “kalk borusu” gibi çınlıyordu ulaştığı yüreklerde...
Yine de...
Dün sabah baktım, Bengütürk TV’de, Esra Yıldız’ın konuğu olduğu programda mahcubiyet içinde...
Bu kanın, katlin mimarlarının dahi pişkinlikte sınır tanımadığını şu günlerde, başı dik gezebilecek az sayıdaki sanatçıdan biriyken, “demek ki daha fazla çalışmalıydık” diye milletin kestiği faturadan pay çıkarıyor kendine...
Haftalarca evine uğramadan, nasıl şehir şehir gezdiğinin, tuttuğu uyku orucunun en yakın şahitlerindenim...
Buna rağmen, “demek ki biraz daha az uyumamız gerekiyor bundan sonra” diye sorumluluk hissediyor hâlâ...
“Kahpe düzenin yiğit çocuğu” olmak böyle bir şey demek ki...
Ve artık...
“Kahpe düzenin” değil de “yiğit çocukları”nın sesine kulak vermenin zamanı gelmedi mi?
Bu arsızlığın, utanmazlığın ortasında açmayacaksak “Koç Köroğluyam” diye meydan okuyan bu “yiğit çocukların” sesini sonuna kadar; bugün çalmayacaksak onların türküsünü bangır bangır evimizde, arabamızda, işyerimizde, düğünümüzde, derneğimizde bir daha ne zaman çalacağız Allah aşkına?
Ben, baştan sona gözlerim dolarak, tüylerim diken diken dinledim Atilla Yılmaz’dan “Benim Türküm”ü;
Eminim, dinlerseniz mutlaka siz de bulursunuz içinde kendi türkünüzü...