YAŞAM

Hazin bir göç hikâyesi

Bazı arkadaşlar bana diyorlar ki nedir hocam bu İstiklal Marşına karşı olan muhabbetiniz? Ay Yıldızlı bayrağa olan saygınız? Türk Devletinin ve Türk Milletine olan bu bağlılığınız? Nedir dediklerinde aşağıdaki acı hikayeyi okuyup anacak hassasiyetimi anlayabilirler. Bu duygularla okumanız dileklerimle..

Talihin zebun, düşmanın kavi ve dostun olmadığı yıllardı.

Birinci dünya savaşı bütün cephelerde olanca şiddetiyle devam ederken Osmanlı orduları 7 cephede olağan üstü savaşıyor, lakin şartlar gittikçe aleyhlerine dönüyordu.

Cephelerden biride Kafkas cephesi, savaşın sıklet merkezi ise Erzurum ve çevresiydi. Allahu Ekber Dağlarında kaybedilen savaş sonrasında şehir ve çevresinde birde salgın hastalıklar baş göstermişti ki Rus'a da benzemiyordu.

Tifo, tifüs, bit, pire ne ararsan vardı. İnsanların can düşmanıydılar. Her gün yüzlerce insan hastalıklardan ölüyor, mezarlara bile konulmadan surların dışına bırakılıp kurda kuşa yem ediliyordu.

İnsanların akılına göç etmekten hicret etmekten başka çare gelmiyor, Ruslar şehre doğru işgal faaliyetlerini hızlandırdığı bir ortamda ova köylerinden birinde Ahmet amca, Fatma nine ve üç çocuklarıyla birlikte göç yolunu tutuyorlardı.

Bir sabah Ahmet Emi ve Fatma Teyze akşamdan alabildikleri yiyecekleri, birkaç parça yorgan ve hasırı kağnı arabasına koyup, öküzleri koştuktan sonra üç çocuklarını alarak bir meçhule doğru yola çıktılar.

Erzurum -Aşkale arasındaki yollar kağnı arabaları, at abaları, yaya yürüyenlerle doluydu. Arkada düşman, önde soğuk, kar, tifo ve tifüs vardı.

Gitmeliydiler. Ermeni çeteleri Ruslardan aldığı destekle göç yolarındaki kafilelere baskın yapıyor öldürüyor, talan ediyordu.

Kar çok yağmış yollar gidilmez olmuştu. Ahmet amca öküzlere "ho" derken ailecek ağlayıp ata dede yurtlarından ayrılıp Sivas'a doğru gidiyorlardı. Gözlerde yaş gönüllerde hüzün vardı. Daphan ovası, at kişnemeleriyle, kağnı tekerlerinden çıkan gıcırtılarla ve "göç göç oldi" türküsünün yankısıyla yolcularını gurbete gönderiyordu.

Hava soğuk, kar çoktu. Derken bir dağ yolunda Ahmet amca ve Fatma ninenin kağnısı kara saplandı. Rüzgâr olanca şiddetiyle karları kağnıya doğru savururken, öküzler oldukları yerden bir adım öteye gidemiyorlardı.

Öküzler terlemiş, güçlerini tüketmek üzereydi. Fatma ana ve çocukları kağnı arabasının üstünde yorganlara sarılmış uzaklardan gelecek kurtarıcılarını beklerken rüzgârda gittikçe şiddetini artırmıştı.

İçlerinde bir ürperti belirdi. Rus'tan kaçtılar, Ermeni’den kaçtılar ama soğuktan kaçamıyorlardı. Acaba donarak ölecekler miydi?

Ahmet amca nice zorlukların üstesinden gelmiş yiğit bir dadaştı. Ama yapacağı bir şey yoktu. Bekleyip kağnı arabasını kardan kurtaracak birilerinin gelmesini sabırla bekleyip Allahtan isteyecekti. Göz gözü görmüyor soğuk alabildiğince vücut ısılarını emiyordu.

Terlemiş öküzler çok geçmeden donarak ölmüşlerdi. Arık ailenin tüm umutları birer birer sönüyor, kimselerinde gelmeyeceğini yüreklerinde hissediyorlardı.
Kağnı arabası artık kardan bir tümsek görüntüsünde idi. Akşam olmak üzereydi. Yorganlar ile birbirlerine sarılmış anne, baba ve çocukları akşam karanlığıyla birlikte derin bir uykuyu göz kapaklarında hissederken "ölüm meleği" kendilerini bekliyordu.

Tatlı bir uyku bedenlerini sararken onlarda artık bu dünyadan göçüyorlardı. Ölüm onları Aşkale -Tercan arasındaki bir yolda yakalamış ve hakka teslim olmuşlardı.
Bir gün sonra Erzurum'dan yeni gelen kafileler yol üzerinde kar tepeciğini temizleyip baktıklarında Ahmet amca, Fatma nine ve üç çocukları ile birlikte kağnı arabasının üzerinde ruhlarını teslim ettiklerini gördüler. 

Ve öylece onları acı ve gözyaşları içinde bırakıp onlarda bir meçhule doğru yol aldılar.

4/12/2014 Erzurum.