İnsanoğlu, devlet kavramının ortaya çıkmasından bu yana, yaklaşık "altı bin yıl" boyunca krallıklarla yönetilmiştir.
     Umumi acizlik ve fakr-u zaruretten kaynaklanan bu durum, insanın düşünce dünyasında adeta bir "genetik deformasyona" yol açmıştır. 
     Teoloji diliyle konuşacaksak: Kendilerine Tanrı'dan bir cüz emanet edilmiş olan Ademoğulları, başka bir kula "sığınarak" ona iradelerini devretmiş, canlarını ve mallarını emanet etmişlerdir.
     İnsanlar, bu sığınmanın karşılığında, kraldan güvenlik ve adalet hizmeti almışlardır.
     Zamanla güvenlik ihtiyacının artmasıyla birlikte devlet- vatandaş ilişkisi, iki yükümlülük alanında düğümlenmiştir: "Vergi ve Askerlik…"
     Vergisi mutedil, askeri güçlü olan devletlerin ayakta kalabildiği mutlak monarşi çağlarının sonunda, 1789 itibariyle dünyada 25 kadar krallık hayatta kalabilmeyi başarabilmişti.
     İlk demokratların en büyük meselesi, kral ve diğer soyluların vergi ve asker toplama hakkını tekellerine almış olmalarıydı. Askeri güç ve hazine, bu "mülkiyet hakkı" tekelinin de teminatıydı.
     1789'da Paris'te, Bastille sarayına doğru yürüyen Cumhuriyetçilerin "Eşitlik" diye bağırmalarının temel sebebi buydu.
     Yakınçağda, krallıklara karşı ihtilalle kurulan Cumhuriyet rejimleri, kısmen kendi insan tiplerini yetiştirmiş olsalar da başta değindiğimiz zihinsel deformasyonun etkisinden kurtulamamış; kendilerine yeni krallar, beşeri ilahlar aramış ve bulmuşlardır.
     Önce sermaye sahibi burjuvalar, Napolyon gibi kendilerini krallardan koruyacak generallere sığınmışlar, sonra da burjuvalara karşı proletarya hareketini geliştiren Komünistler, rejimlerini korumak adına Stalin gibi despotları ilahlaştırmışlardır.
     Adı cumhuriyet de olsa böyle bir "genetik deformasyon" treninde yolculuk etmenin "saf demokrasi"yle bir ilgisi yoktur.
     Saf demokrasi, bizim adına "yolumuz Allah yoludur" derken idealize ettiğimiz "kula kulluk etmeme" idealidir. Gerçek barışın ve kardeşliğin yolu da buradan geçmektedir.
     Krallık çağlarının etkisi altında şekillenmiş bir uygarlık tasavvuru olan "Nizam-ı Alem"in de cumhuriyetçi bir felsefi çözümlemeyle yeniden değerlendirilmesi gerekir.
     Yeni bir Timur, Cengiz han, Fatih veya Kanuni peşinde miyiz? Yoksa adı, "Ahmet… Mehmet" olan yeni Napolyon, Hitler veya Stalinler mi yetiştireceğiz?
     Türkiye'de bu konuda başta aydınlar olmak üzere hemen herkesin kafası karışıktır. Çünkü bütün ideolojik gruplar bin yılların etkisi altında, monarşik kültür kodlarıyla hareket etmektedir.
     Cumhuriyet "saltanatın kaldırılması" gibi eşitlikçi bir zafere uygun, kula kulluk etmeyen insan unsurunu üretemediği için bugün halk, kültürel kodların etkisiyle yeniden sultan arayışı içine girmiştir.   
     "Cumhuriyet" savcılarının ve "milli" ordunun şahsi tasarruf altına alınmasına yapılan itirazların cılız kalmasının ve sandıkta karşılık bulamamasının sebebi budur.
     Şehit çocuğu Veli dayı, Milli Cumhuriyette, bir makama arz-ı hal için gittiğinde, bir azar yiyip de o biçim olmamalı, 'vay' deyip yutkunup; başını öne eğmemeliydi!
      Milli ve eşitlikçi bir cumhuriyette trafik polisleri, garibanın helal Tofaş'ını "farı kırık" diye bağlarken, lüks arabaların önünde reverans yaparak; "ne idüğü belirsiz"lere yol vermemeliydi.
      Bugün 46 yıllık kanlı ve çileli birikimimizi uğruna memur etmek zorunda kaldığımız "Cumhuriyet değerleri" pratiği, ne yazık ki bizim "İla'yı Kelimetullah" idealimize uygun değerler olamamıştır. Haddizatında tarihte "Nizam-ı Alem"in de mükemmel bir uygulaması yoktur. 
     Eğitimsiz fukaranın, şifacıdan bozma ruhani mürşitler edinerek kendini güvenceye almaya çalıştığı bu değerler coğrafyasında iman ve ibadetin sıhhati de İslam'ın kendisi de sürekli bir tehdit altındadır.
     Kraliyet bin yıllarının genetik deformasyonuna bindirilmiş bu cehaletten dolayı ne Cumhuriyetçisi Cumhuriyetçi, ne Müslümanı Müslüman, ne de Ülkücüsü Ülkücü olan bir dünyada yaşıyoruz.
     Vatandaş, Cumhurbaşkanına kral muamelesi yapıp, önünde kapıkulu oluyor. Mümin, hacegânı kendi eliyle şeyh yapıp "uçuruyor!"
     Bu yüzden de insanlar, ilmi meşvereti, felsefi rehberliği ıskat ederek, saf demokrasinin yolunu kendi elleriyle kapatıyor.
     Çünkü yüksek duvarlarla çevrili Sümer sitelerinden bu yana tüm yerleşikler, hala "sığınmacıları" oynuyor!
     İşte AKP üst aklının keşfettiği "siyasi cevher" cumhuriyete, milliyete ilgisi olmayan "sığınmacı insan tipi"ni üreten bu sosyolojik hastalıktır.
     Atlı göçebelik yıllarından omurga tutan ve tevhitten kuvvet alan bir ideolojik bilince sahip olmayan kitleler, bu kral arama ve ona sığınma hastalığından nasiplerini almışlardır.
     Hem bizim 5,5 milyon "omurgalı süvari"nin hem de "her şeye rağmen" uzayıp giden AKP iktidarının sırrını burada aramak lazımdır.